Beruflich Dokumente
Kultur Dokumente
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANABİLİM DALI
İSLAM FELSEFESİ BİLİM DALI
ALİ TEKİN
İstanbul, 2008
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İLAHİYAT ANABİLİM DALI
İSLAM FELSEFESİ BİLİM DALI
ALİ TEKİN
İstanbul, 2008
ÖNSÖZ
Felsefe her şeyden önce bir hakîkat arayışıdır. Filozof, tarihin bir
noktasında ve belli bir coğrafyada kendi bireysel kişiliği çerçevesinde belli bir
hakîkat iddiâsı ortaya koyar. Onu dinlerken herkesten ve her şeyden vazgeçmemiz
gerekir. Çünkü bütün bir kurgu ona aittir. Başka bir filozofla diyaloğa geçtiğimizde
aslına zihinsel bir şok yaşıyoruzdur. Bu her defasında böyle olur. Farklı hakîkat
iddiâlarıdır bunlar. Ancak her biri de felsefedir. Onların her birini felsefenin tümel
varlığına dâhil eden bir kriterimiz vardır, olmalıdır. Felsefe ile onun tarihi arasında
dönüp dolaşır, bazen belirli bazen bulanık yolculuklar yaparız. Bir hakîkatten
başka bir hakîkate doğru devam eder gider bu süreç. Bazen savrulur bazen
toparlanırız. Ancak her zaman bizi mutlu kılan bir şey vardır: Hakîkatin bilgisinin
ardında koşmanın sevinci. Bu sevincin ardından bir dinginlik ve huzur
hissettiğimiz zamanlar olur. Büyük filozoflar bu huzurun temsilcileridirler. Onları
okuduğumuzda onlarla aynı huzuru paylaşırız. Ancak bu fazla sürmez. Filozoflar
kendi huzurlu duruşlarıyla bizi mutlu ettikleri kadar huzursuz da ederler. Aynı
çabayı sarfetmedikçe, kendi hakîkat iddiâmızı ortaya koymadıkça hep
huzursuzduruz ya da yapay bir huzur içerisindediriz. Huzurlu günlerimizi
yaşadığımız çağlarda sorarız “felsefenin ne olduğu”nu. Bu soru onun tarihiyle
doğrudan ilintilidir. Felsefenin neliği ve tarihi, iki farklı sorun gibi gözüken ve
kısmen de öyle olan; bununla birlikte çoğu zaman da iç-içe geçmiş olarak bulunan
felsefî sorunlardır. Meseleye biraz daha üstten baktığımızda soru daha da zorlaşır.
Bu soru “hakîkatin neliği”ne ilişkin olan sorudur. Hakikâti aramaya başladığımız
andan itibaren felsefelerle karşılaşırız. Büyük harfle yazdığımız FELSEFE’nin
parçalarıdır felsefeler. Hakîkatin aranışı süreci, BEN-FİLOZOFLAR ve FELSEFE
arasındaki zorlu diyaloğun anlarının toplamından ibârettir.
I
BEN’imizin farkında olduğumuzu ifâde etmemiz gerekiyor. Bu zorlu diyaloğu farklı
sahnelerde seyre sunacağız. Hakîkat sorunu bağlamında oluşan felsefe ve onun
tarih içerisindeki dolaşımı sorunlarına değindiğimiz bir giriş sahnesiyle başladık.
Burhânî felsefenin zaman ve mekânı temel hareket noktamız oldu. Bundan dolayı
ilk bölümü “felsefe öncesi dönem ya da hakîkatin kayıp zamanları”, ikinci bölümü
“felsefî yöntemin oluşum dönemi ya da hakîkate giden yolun farklı evreleri”
şeklinde isimlendirdik. Yine burhânî felsefenin yanında durarak filozofla birlikte
geleceğe dâir bir okuma yapmanın gerekliliğini düşündüğümüzden dolayı da
üçüncü bir başlık açtık ve “felsefe sonrası dönem ya da hakîkatin tarih ve
toplumlara açılım evreleri” başlığı altında din ve ardından da fıkıh ve kelâmı
inceledik. Felsefenin idealize edilen-doğal oluşum evreleridir bunlar. Ancak Fârâbî
bu doğal oluşum sürecinin bazı kademelerinin bazı toplumlarda farklı sebepler
dolayısıyla tek bir seyir tâkip edemeyebileceğini de belirtmiştir. Biz doğal süreci
takip ettik ve filozofla birlikte felsefeyi ve onun tarihî-coğrafî dolaşımının doğal
sahnesini resmettik. Tezimizin temel hareket noktası mantıksal-burhânî perspektif
oldu.
II
anmak istiyorum. Hem arkadaşı hem de öğrencisi olabildiğim “Üçüncü
Öğretmen”ime teşekkürler. Farklı vesîlelerle tezimde katkıları olduğunu
düşündüğüm Prof. Dr. İlhan Kutluer, Prof Dr. Ali Durusoy, Dr. Ömer Türker Beylere
de müteşekkîrim. Birlikte Meşşâî felsefenin izini sürdüğümüz “Yol Arkadaşları”m
Hacı Kaya ve Mehmet Özturan’dan da çok şey öğrendim. Tezin yazım süresi
boyunca saatlerce beni dinleme sabrı gösteren “Sûfî Dostum” İbrahim
Allahverdiyev’e çok şey borçluyum. İlahiyatçı kimliğini örnek aldığım “Amcam”
Hikmet Tekin’e ve uzun zamandır felsefî sohbetler yaptığım, bu çalışmanın
hazırlanmasında çokça emeği bulunan ve tezi okuyarak belli düzeltmeler yapan
“Dayıoğlum” İlyas Altuner’e de şükranlarımı sunmak istiyorum. Son olarak da
“Ailem”i anacağım. Saf kendisi için verilen bir uğraşıyı bu kadar gönülden
destekledikleri için onlara ne kadar teşekkür etsem azdır.
III
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .......................................................................................................................................... I
İÇİNDEKİLER .......................................................................................................................... IV
KISALTMALAR ......................................................................................................................VII
GİRİŞ............................................................................................................................................ 1
1. FELSEFE ÖNCESİ DÖNEM
YA DA HAKÎKATİN KAYIP ZAMANLARI ........................................................................ 12
1.1. İLK VARLIKTAN İNSANIN VAR OLUŞUNA KADARKİ AŞAMALAR YA DA
METAFİZİĞİN KISMÎ TARİHİ.................................................................................................... 14
1.1.1. Fârâbî Felsefesinde Hiyerarşik Varlık Düzeni ve Oluşum Fikri ................. 14
1.1.2. Mükemmel Olandan Eksik Olana Doğru: İlk Varlıktan İlk Maddeye
Kadarki Süreç ............................................................................................................................ 17
1.1.3. Eksik Olandan Mükemmel Olana Doğru: İlk Maddeden İnsanın Varlığa
Gelmesine Kadarki Süreç ...................................................................................................... 18
1.2. İNSAN VE İLK TOPLUMLARIN ORTAYA ÇIKIŞI YA DA TARİH OLMAYAN
TARİH ÜZERİNE ............................................................................................................................ 20
1.3.TOPLUMSAL TECRÜBENİN İLK KURUMU: LAFIZLAR VE DİLİN OLUŞUMU .. 25
1.4. KÜLLÎ VE CÜZÎ KAVRAMLARIN OLUŞUMU................................................................ 34
1.5. LAFIZ-ANLAM İLİŞKİSİ İLE İLGİLİ FARKLI DURUMLARIN ORTAYA ÇIKIŞI . 36
1.5.1. Eşsesli Lafızlar .............................................................................................................. 36
1.5.2. Eşanlamlı Lafızlar ........................................................................................................ 37
1.5.3. Birleşik Lafızlar............................................................................................................. 37
1.5.4. İsti’âre ve Mecâz ........................................................................................................... 38
1.6. KIYÂSÎ OLMAYAN SANATLAR: AMELÎ SANATLARIN OLUŞUMU ...................... 39
1.7. YAYGIN KIYÂSÎ SANATLAR: HİTÂBET VE ŞİİRİN OLUŞUMU ........................... 42
1.7.1. İlk Olarak Ortaya Çıkan Kıyâsî Sanat: Hitâbetin Oluşumu ........................... 43
1.7.1.1. Hitâbet Sanatının Ortaya Çıktığı Zaman Açısından Epistemolojik
Değeri: Bulanık Konuların Bulanık Yöntemi ............................................................ 44
1.7.1.2. Hitâbet Sanatının Tanımı ve Tanıma Dâir Açıklama .............................. 46
1.7.1.3. Hitâbet Sahnesinin Aktörleri .......................................................................... 51
1.7.1.4. Hitâbet Sanatında Kullanılan Öncüller: Makbûlât .................................. 53
1.7.1.5. Hitâbet Sanatında Kullanılan Kanıtlamalar ............................................... 55
1.7.1.6. Burhânî Yöntem Karşısındaki Değeri Açısından Hitâbet Sanatı:
Bilgiye Zeyl Olarak Hitâbet.............................................................................................. 59
1.7.2. İkinci Olarak Ortaya Çıkan Kıyâsî Sanat: Şiir Sanatının Oluşumu ............. 62
1.7.2.1. Ortaya Çıktığı Zaman Açısından Şiirin Epistemolojik Değeri: Belirsiz
Konular Üzerine Şiirsel Söylevler ................................................................................. 64
1.7.2.2. Şiir Sanatının Tanımı.......................................................................................... 66
1.7.2.3. Şiir Sanatında Kullanılan Öncüller: Muhayyelât ...................................... 67
IV
1.7.2.4. Şiir Sanatında Kullanılan Kanıtlama Biçimi: Temsîl .............................. 68
1.7.2.5. Şiir Sanatının Türleri .......................................................................................... 68
1.7.2.6. Şâirler ....................................................................................................................... 71
1.7.2.7. Şiir Sanatının Burhân Karşısındaki Değer ve Anlamı ............................ 72
1.8. ELDE EDİLEN BİRİKİMİ KORUMAYA DAİR ÇABALAR: EZBERLEME, DİL
BİLİM VE YAZININ OLUŞUM EVRELERİ .............................................................................. 75
V
3. FELSEFE SONRASI DÖNEM
YA DA HAKÎKATİN TARİH VE TOPLUMLARA AÇILIM EVRELERİ .......................167
3.1. DİN ...........................................................................................................................................169
3.1.1. Fârâbî’nin Din ile İlgili Görüşlerine Dâir Yapılan Farklı Okuma Biçimleri
Üzerine Bir Değerlendirme ................................................................................................170
3.1.2. Dinin Tanımı ................................................................................................................184
3.1.3. Dinin Temel Karakteri Olarak Din Koyucu ya da Maskeli Filozof ...........186
3.1.4. Din Koyucuların Tarihsel Kişilikleri Üzerine Bir Soruşturma ya da
Maskeli Filozofa Tarihsel Kimlik Bulma Çabasının Anlamı ...................................188
3.1.5. Belirleyen-Belirlenen Olma Bağlamında Felsefe-Din İlişkisi ....................198
3.1.6. Zamansal Öncelik-Sonralık Bağlamında Felsefe-Din Çatışması ve
Uzlaşması ..................................................................................................................................200
3.1.7. Dinde Kullanılan Yöntem: Hitâbet Sanatı Yeniden Halklar Arasında ....204
3.1.8. Dînî İfâdelerin Burhânî Felsefe Karşısındaki Epistemolojik Değeri: Halk
Yığınlarının Felsefesi Olarak Din .....................................................................................206
3.2. FIKIH VE KELÂMIN OLUŞUMU .....................................................................................210
3.2.1. Fıkıh ................................................................................................................................211
3.2.2. Kelâm ..............................................................................................................................213
VI
KISALTMALAR
bkz. bakınız
c. cilt
çev. çeviren
çvr. çeviri
der. derleyen
krş. karşılaştırınız
s. sayfa
sad. sadeleştiren
sy. sayı
vs. ve saire
VII
GİRİŞ
1
Gasset’i (1883-1955) de yanına alarak “Hiçbir şeydir.” şeklinde dile getirdiğimiz
ifâdeyi şöyle açımlıyor:
Bu ifâde anlaşılacağı üzere aslında ironik bir ifâdedir. Evet felsefe bize
hiçbir şey vermez. Felsefeye dışarıdan bakacak olursak böyledir aslında. İçerden
bakmayı deneyelim: Felsefe bize hakîkatin bilgisini veren yegâne uğraştır.2 Felsefe
yapmayanlar hiçbir hakîkate sahip değillerdir. Onlar, kendi toplumlarının değer
yargıları ve anlam haritaları üzerindeki farklı mekânları esas alırlar kendilerine.
Dolayısıyla felsefece düşünmek, sahip olunan yargıları yıkmak ve yeniden ve
kendince kurmak demektir. Felsefece düşüncenin kendine has bir biçimi vardır.
Öyleyse felsefece düşünme biçimini diğer düşünme biçimlerinden ayırt eden şey
ne olmalıdır? Hangi düşünceler felsefelerdir? Hangi düşünceler felsefece
düşüncelerin tarihini oluşturmaktadır? Felsefe olarak bildiğimiz bir tarihe sahibiz:
Felsefe tarihi. Felsefe tarihi, insanlık tarihinin içerisinde felsefe olanların ard arda
getirilmesi neticesinde oluşturuluyor. Peki, felsefe olanların tarihini yazan kişilerin
kriterleri-miyarları nedir? Orhan Sadeddin’in “felsefî miyar” dediği şeydir bu.3 Yani
felsefî olanın neliğini belirleyen şey. Ömer Mahir Alper, bunu şöyle dile getiriyor:
1 Fernando Savater, Yaşam Soruları, çev. Şadan Karadeniz, İletişim, İstanbul 2001, s. 2. Burada
vurgulanan ortalama insan bilinci vurgusu ile ilgili olarak yine bkz. John Herman Randall – Justus
Buchler, Felsefeye Giriş, çev. Ahmet Arslan, Ege Üniversitesi Matbaası, İzmir 1982, s. 9-10.
2 Felsefedeki hakîkat iddiâlarının temel dayanakları üzerine yapılmış bir çalışma için bkz. Harun
Tepe, Platon’dan Habermas’a Felsefede Doğruluk ya da Hakikat, İmge Kitabevi, Ankara 2003.
Çalışmada İslâm felsefesi üzerinde durulmamış olduğunu da belirtmek isteriz.
3 Orhan Sadeddin, Felsefe Tarihi Usulü, İstanbul Devlet Matbaası, İstanbul 1930, s. 9.
2
Felsefenin ne olduğu felsefe tarihine dayandırılmakta, felsefe tarihi de
felsefenin ne olduğu bilgisine bağlanmaktadır. 4
4 Ömer Mahir Alper, Felsefenin Doğası, Metropol Yayınları, İstanbul 2006, s. 15. Felsefe ve felsefe
tarihi arasındaki ilişki ve felsefe felsefesi ile ilgili örnek olarak şu metinlere de bakılabilir: Theodor
I. Oizerman, Felsefe Tarihinin Sorunları, çev. Celal A. Kanat, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul
İstanbul 1998; G. Deleuze – F. Guattarı, Felsefe Nedir?, çev. Turhan Ilgaz, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul 2006; Orhan Sadeddin, Felsefe Tarihi Usulü; Charles Taylor, “Philosophy and Its History”,
Philosophy in History: Essays on The Historiography of Philosophy, ed. Richard Rorty - J. B.
Schneewind – Quentin Skinner, Cambridge University Press, s. 17-30; Alasdair Macintyre, “The
Relationship of Philosophy to Its Past”, Philosophy in History: Essays on The Historiography of
Philosophy, s. 31-48; Richard Rorty, “The Historiography of Philosophy: Four Genres”, Philosophy in
History: Essays on The Historiography of Philosophy, s. 49-75; Lorenz Krüger, “Why Do We Study The
History of Philosophy”, Philosophy in History: Essays on The Historiography of Philosophy, s. 77-101;
G. W. F. Hegel, “Felsefe Tarihi Dersleri”, Felsefe Dergisi, sy. 31, s. 184-91; Zekeriyyâ İbrâhîm,
Muşkiletu’l-Felsefe, Mektebetu Mısr, Mısır 1967, 19-58; John Herman Randall – Justus Buchler,
Felsefeye Giriş; Betül Çotuksöken, Felsefi Söylem Nedir?, İnkılâp Yayınları, İstanbul 2000.
5 Ömer Mahir Alper, Felsefenin Doğası, s. 10.
6 G. Deleuze – F. Guattarı, Felsefe Nedir?, s. 38-57.
7 G. Deleuze – F. Guattarı, Felsefe Nedir?, s. 58-76.
3
noktasını, sadece felsefe tarihi yazarlarıyla ilgili olarak dile getirmiyoruz. Sorun,
felsefe yapmayla doğrudan ilgilidir. Her bir filozof kendisinden önceki filozoflarla
zihnî bir ilişkiye girer. O, bu ilişki sayesinde tarihi öğrenirken, bununla birlikte
felsefe yapmayı da öğreniyordur aslında. Ancak onun yaptığı felsefe, tarihte
yapılanlardan tamamen farklıdır. Ancak aynı zamanda da onlardan mülhemdir.
Her bir filozofun felsefe tarzı, tarih içerisindeki felsefelerle farklı şekillerde
irtibata geçer. Bu irtibatlar neticesinde felsefî olanın neliğine dâir olarak elde
edilen kriter, felsefeye bir tarih ve coğrafya da çizmeye başlar. Felsefî düşüncenin
hangi coğrafyada ve hangi zaman diliminde ortaya çıktığı sorununa ilişkin olarak
yapıla gelen tartışmalar bahsettiğimiz meseleyi somutlaştırmaya yeter. Filozofların
tekil varlıklarında hayat bulan felsefelerin toplamı, felsefenin8 zaman ve uzam
içerisindeki varlığını ifâde eder. O halde tek tek her bir filozofun felsefe anlayışları
arasındaki farklılıklar felsefenin varlığına ilişkin olarak olumusuz değil, tam aksine
olumlu bir katkı sağlar. Vardığımız netice itibariyle her bir filozofun farklı felsefe
perspektifine sahip olabileceğini söyleyebiliriz. Bu da onların hakîkat anlayışlarına
göre şekillenir.
Bu anlatılarımızdan da anlaşılacağı üzere biz tezimizde kendimize, hakîkat
arayışının insanlık tarihi boyunca en büyük temsilcisi olan felsefenin neliği ve tarih
içerisindeki dolaşımının nasıl gerçekleşmiş olduğu sorununu temel alacağız. Bu
anlamda bütün bir insanlık birikimini, en önemli insânî çaba olarak gördüğümüz
felsefî düşünce merkezinde okumaya ve çözümlemeye çalışacağız. Bahsettiğimiz
bu sorunu incelerken ise yol arkadaşı olarak Ebû Nasr el-Fârâbî’yi seçiyoruz. O
halde felsefî düşücenin evrimi sorunu ile ilgili olarak Fârâbî’nin perspektifine dâir
bazı önbilgiler verebiliriz.
8 Felsefenin tümel ve tikel varlığı ile ilgili olarak bkz. Ömer Mahir Alper, Felsefenin Doğası, s. 68.
Yine felsefeler ve felsefe kavramı ile ilgili olarak bkz. Theodor I. Oizerman, Felsefe Tarihinin
Sorunları, s. 63.
4
Felsefenin Tarih İçersindeki Dolaşımı Sorunu Karşısında Fârâbî
Felsefenin doğasındaki karşıt (rival) görüntünün ilk defa, felsefe ile felsefe
tarihini aynı şey olarak gören G. W. F. Hegel (1770-1831) tarafından ortaya
konduğu söylenmiştir.9 Hegel’in konuyla çok ciddî bir şekilde ilgilendiğini
biliyoruz. Farklı bir bağlamda bu sorunla daha önceleri ilgilenmiş ve konuyu felsefî
olarak ele almış filozoflardan birisidir Fârâbî. Klasik kaynaklarda filozofun,
felsefenin ismini konu edindiği Kitâb fî İsmi’l-Felsefe,10 felsefenin ortaya çıkışını
incelediği Kitâb fi’l-Felsefe ve Sebebi Zuhûrihâ,11 fî Zuhûri’l-Felsefe,12 Kelâm fî İsmi’l-
Felsefe ve bi-Sebebi Zuhûrihâ ve Esmâi Muberrizîne fîhâ ve ‘alâ Men Kara’a
minhum13 isimlerinde eserler kaleme aldığı söylenmektedir. Bugün itibariyle
filozofa atfedilen bu eserlere sahip değiliz.14 Ancak filozofumuzun günümüze
ulaşan bazı eserlerinde de aynı konularla ilgilendiğini görmekteyiz. Bu anlamda
onun Kitâbu’l-Hurûf’unun Hudûsu’l-Elfâz ve’l-Felsefe ve’l-Mille başlıklı ikinci kısmını
zikretmemiz gerekiyor.15 Fârâbî bu eserinde felsefî düşüncenin nasıl ortaya
çıktığını ve nasıl bir evrim sürecinden geçtiğini ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır.
Tahsîlu’s-Sa’âde’ye de değinmemiz gerekiyor. Filozof bu eserinde de felsefenin
mekânsal yolculuğunu, felsefî düşüncenin soluklandığı coğrafyaları dile
eserlerin günümüze ulaşmadığını biliyoruz. Ancak Fahreddin Olguner’in, Fârâbî isimli eserinin
bibliyografyasında Fârâbî’ye ait eserleri zikrederken Risâle fî Ta’rîfi’l-Felsefe diye bir eserden
bahsettiğini görüyoruz. Olguner, eserin yazmasının mevcut olduğunu belirtmektedir (Risâle fî
Tarifi’l-Felsefe, Yzm. İst. Asaf II, 1716, 11). Bkz. Fahreddin Olguner, Fârâbî, Akademi Kitabevi, İzmir
1993, s. 176. Biz, ileride incelemeyi düşündüğümüz bu metne tezimizde başvurmadık.
15 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, thk. Muhsin Mehdî, Dâru’l-Maşrık, Beyrut 1990, s. 131-61. Eserin ikinci
bölümü Yaşar Aydınlı tarafından dilimize çevrilmiştir. Biz, metni tercümesiyle karşılaştırarak
okuduk. Ancak dipnotlarımızın çoğunda, çevirinin bulunduğu metnin basım ve dağıtımı ile ilgili
sorun dolayısıyla, metnin Arapçasını verdik. Fârâbî, “Lafızların Felsefenin ve Dinin Ortaya Çıkışı”,
Din Üstüne, çev. Yaşar Aydınlı, Arasta Yayınları, Bursa 2002, s. 43-85. Aynı kısmın Hasan Şahin
tarafından da çevirisinin yapıldığını biliyoruz. Ancak bu çeviri şu an itibariyle elimizde
bulunmamaktadır.
5
getirmektedir.16 Görüleceği üzere Fârâbî, hâlâ çok ciddî olarak tartışıla gelen
“Felsefe nedir?”, “Hakîkat var mıdır?”, “Hakîkate götüren yol nedir?”, “Hakîkate
götüren bir felsefe varsa acaba ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır?”, “Felsefî
düşüncenin gelecek zamanları nasıl olacaktır?” gibi felsefî soru ve sorunlarla çok
ciddî anlamda hesaplaşmış ve konuyu kendi felsefî düzlemi üzerinde ayrıntılı bir
şekilde irdelemiştir. Felsefenin her alanında olduğu gibi bu alanda da çok orijinal
bir filozof olarak karşımıza çıkmaktadır Fârâbî.
Fârâbî Aristoteles mantığı temelinde bir felsefî sistem inşâ etmiştir. Onun
felsefesinin omurgasını mantıksal epistemolojisini ortaya koyduğu Kitâbu’l-Burhân
adlı eseri oluşturmaktadır.17 Filozofun cedel, sofistik, şiir ve hitâbet sanatı üzerine
yazmış olduğu metinler de çok önemlidir.18 Zîrâ filozof Kitâbu’l-Huruf’un ikinci
bölümünde incelediği sorunu, bahsettiğimiz beş sanat (es-sınâi’u’l-hamse)
çerçevesinde anlamlandırmaktadır. Hâli hazırdaki felsefenin omurgasını oluşturan
burhân sanatı bütün bir varlığı ve insanlık tarihini de anlamlandırma iddiâsıyla
çıkar karşımıza. Bütün bir insanlık tarihi, burhânî yöntemin temele konduğu
burhânî felsefenin ortaya çıkış sürecine doğru evrilmektedir. Burhânî felsefenin
oluşumunun ardından din, onun ardından da fıkıh ve kelam ilimlerinin ortaya
çıkışıyla devam edecek olan süreç, yine mantık temeli üzerine inşâ edilmektedir.
Tarih içerisinde, insanların tecrübeleri neticesinde, doğal olarak ve ard arda ortaya
çıkan kıyâsî sanatlar, Fârâbî felsefesinin en önemli konularıdır. Fârâbî hakîkat
sorununu, hakikat anlayışlarının, yani felsefelerin tarih içerisindeki dolaşımı ve
gelecek zamandaki durumu sorununu “mantık” çerçevesinde ele almıştır.19
Metafizik, fizik, matematik, siyaset ve ahlak gibi felsefenin bütün alanlarında
“yakînî bilgi”ye, hakîkate ulaşmanın yegâne yolu olarak görülen mantık sanatı,
bütün bir hakîkat sürecinin, hakîkatin tarih içerisindeki evriminin de temelini
oluşturmaktadır. Bundan dolayı biz de filozofun görüşlerini mantık bilimi
16 Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Sa’âde, thk. Cafer Âli Yâsîn, Dâru’l-Endelus, Beyrut 1983, s. 88. Eser Ahmet
Arslan tarafından dilimize çevrilmiştir. Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, çev. Ahmet Arslan, Vadi
Yayınları, Ankara 1999, s. 88-9.
17 Fârâbî, “Kitâbu’l-Burhân”, el-Mantık ‘inde’l-Fârâbî, thk. Macit Fahri, Dâru’l-Maşrık, Beyrut 1987.
18 Bu sanatların her birini tezimizde ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Bundan dolayı burada ayrıntılı
6
çerçevesinde ele alacağız. Bunu yaparken izleyeceğimiz yol, Kitâbu’l-Hurûf’un
ikinci bölümündeki tarihsel evreleri filozofun mantık metinlerine başvurarak,
mekânsal dolaşımı da Tahsîlu’s-Sa’âde’ye başvurarak açımlamaya çalışmak olacak.
Mantıkta da burhânı temel alacak ve insanlık tarihini-dünya tarihini -ki bu tarih
her şeyden önce felsefenin tarihidir- burhân öncesi ve burhân sonrası şeklinde
bölümleyeceğiz.
20 Mantığı saf formel bir bilim olarak gören, epistemolojik değerini göz ardı ederek maddesi
açısından ele almaya gereksinim duymayan bir mantık geleneğinin farkındayız. Hatta günümüzde
bile klasik mantık sadece formel yönüyle ele alınmaktadır. Bu tarz eserlere çokça örnek verilebilir.
Biz bunlardan birkaç tanesini zikretmekle yetiniyoruz. Bkz. Ahmet Cevdet Paşa, Mi’yar-ı Sedat ve
Adab-ı Sedat, sad. Necati Demir, Ankara 1988; Necati Öner, Klasik Mantık, Bilim Yayıncılık, Ankara
1998; Necip Taylan, Mantık, MÜİFVY, İstanbul 1996; Doğan Özlem, Mantık, İnkılâp Yayınları,
İstanbul 2004. İbrahim Emiroğlu bu sorunun farkındadır. Onun beş sanatla ilgili olarak farklı
çalışmalar yaptığını ve mantığa giriş mâhiyetindeki eserinde de konuyla daha ayrıntılı olarak
ilgilenmiş olduğunu görüyoruz. İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, Elis Yayınları, Ankara 2005.
21 İbn Haldun’un da dediği gibi mantık bilimi İslâm dünyasında bir yöntem-bilim olarak
görülmüştür. Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi büyük Meşşâî filozoflar mantığı formel yönü yanında
maddesi açısından da incelemişlerdir. Bundan dolayı beş sanatın her birine dâir hacimli metinler
kaleme almışlardır. Ancak der İbn Haldûn, İmâm Fahreddin bin el-Hatîb (Ahmet Arslan bu kişinin
Fahreddin Râzî olduğunu söylemiştir) ve Efdaluddin el-Hûncî gibi sonraki mantıkçılar (el-
Muteahhirûn) mantığın epistemolojik boyutunu (madde) terk ettiler ve sadece formel (sûret)
boyutuyla ilgilendiler. Bkz. İbn Haldûn, Mukaddimetu İbn Haldûn I-II, thk. Ebû Abdullah es-Saîd el-
Mendû, Muessesetu’l-Kutubi’s-Sekâfiyye, Beyrut 2005, s. 188-9. Biz İbn Haldun’un bu yönünü
Ahmet Arslan’ın yazısı yoluyla fark ettik. Bkz. Ahmet Arslan, İslâm Felsefesi Üzerine, Vadi Yayınları,
Ankara 1999, s. 161.
7
tekrarlayacak olursak mantığın temeli burhân sanatıdır. Diğer bütün bilgiler bu
epistemolojiye hizmet eder.22
22 Burada yeri gelmişken Meşşâîlerin burhânî epistemolojileri üzerine yapılan son dönemdeki
çalışmalara değinmek istiyoruz. Türkçede klasik mantığın “madde”sini göz önünde bulunduran bu
çalışmalardan ilki İlhan Kutluere aittir. Kutluer İslâmın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru adlı
eserinde “İlmî Bilginin Kriteri: Burhân” şeklindeki alt-başlıkta Meşşâîlerin metinlerine dayanarak
burhân teorisini ana hatlarıyla ortaya koymuştur. Bkz. İlhan Kutluer, İslâmın Klasik Çağında Felsefe
Tasavvuru, İz Yayıncılık, İstanbul 2001, s. 149-163. Burhân teorisini Fârâbî özelinde ilk olarak ele
alan çalışma ise Ahmet Yıldız’a aittir. Yıldız’ın Fârâbî’de Burhân başlığı ile Prof. Dr. Mehmet
Bayraktar danışmanlığında hazırlamış olduğu yüksek lisans tezi konuyla ilgili olarak yapılan ilk
çalışmadır. Bu çalışma sorunu keşfetmesi ve ilk olması açısından önemli olmakla birlikte filozofun
Kitâbu’l-Burhân adlı eserini yeteri kadar ortaya koyamamıştır. Bkz. Ahmet Yıldız, Fârâbî’de Burhân,
AÜSBE Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2002. Fârâbî’nin burhânî epistemolojisini
ayrıntılı olarak ele alan ilk çalışma ise Mehmet Özturan’a aittir. Özturan, Prof Dr. İlhan Kutluer’in
danışmanlığında hazırladığı çalışmasında Fârâbî’nin Kitâbu’l-Burhân’ını İbn Bâcce’nin ta’lîki
ışığında ve Şerâitu’l-Yakîn’le irtibatlı olarak incelemiştir. Bkz. Mehmet Özturan, Fârâbî’nin
Epistemolojisinde Kesinlik Problemi, MÜSBE Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007.
Mantıksal epistemolojiyi farkeden diğer bir çalışma ise Prof. Dr. H. Bekir Karlığa danışmanlığında
Hacı Kaya tarafından hazırlanmıştır. Kaya, İbn Rüşd’ün mantık metinlerini bu sorun çerçevesinde
incelemiştir. Bkz. Hacı Kaya, İbn-i Rüşd’de Metodoloji, MÜSBE Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul 2007.
23 Fârâbî, Kitâbu’l-Cem’ beyne Ra’yeyi’l-Hakîmeyn, thk. Albert Nasrî Nâdir, Dâru’l-Maşrık, Beyrut
2001. Metin dilimize de çevrilmiştir. Fârâbî, “Eflâtun ile Aristoteles’in Görüşlerinin Uzlaştırılması”,
çev. Mahmut Kaya, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, Klasik Yayınları, İstanbul 2003, s. 151-81.
24 Fârâbî, “Felsefe Öğrenilmeden Önce Bilinmesi Gereken Konular”, çev. Mahmut Kaya, İslâm
8
değerlendirme dışı tuttuk. Değerlendirme dışı tuttuğumuz bir diğer eser de Zînûn
el-Kebîr el-Yûnânî’dir.29
Eylemsel Felsefesinde Ahlak Siyaset İlişkisi, OMÜSBE Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun
1996, Önsöz.
30 Muhammed Âbid el-Câbirî, Felsefî Mirasımız ve Biz, çev. Said Aykut, Kitabevi Yayınları, İstanbul
2000, s. 80-5.
31 Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, çev. Burhan Köroğlu-Hasan Hacak-
2000, s. 137-49.
9
konuyla ilgilidir.34 Konuyu farklı bir bağlamda ele alan bir diğer çalışma da Ali
Durusoy’a ait. Durusoy “Fârâbî’de Bilim, Felsefe ve Mille Bağlamında Mantık” isimli
çalışmasının özellikle IV. kısmında bu konuyu irdelemektedir. 35 Burada anmamız
gereken bir diğer çalışma da Fârâbî felsefesi ile ilgili olarak çokça emek sarfetmiş
olan Mübahat Türker-Küyel’e aittir. Küyel, “Felsefenin Târifinde ve Tarihinde Bir
Kaynak Olarak Fârâbî” isimli makâlesinde filozofun konu ile ilgili görüşlerini
serimlemiştir.36 Küyel zikredilen makâlesinde Kitâbu’l-Hurûf’a bir defa atıfta
bulunmuştur.37 Bu çalışma felsefenin evrimsel aşamalarıyla doğrudan
ilgilenmemekle birlikte felsefenin tanım ve tarihini felsefî bir sorun olarak görmesi
ve Fârâbî’nin düşüncelerini bu açıdan ele alması dolayısıyla bizim açımızdan
önemli görülmektedir. Bu anlamda toparlayacak olursak, hazırlamaya çalıştığımız
tezin, Cabirî, Kutluer, Alper, Durusoy ve Küyel’in çalışmalarına eklemlenen bir
çalışma olduğunu belirtebiliriz. Biz bu çalışmalardan da yararlanarak filozofun
konu ile ilgili görüşlerini açımlamayı hedefledik. Bunu yaparken Kitâbul-Hurûf’un
Hudûsu’l-Elfâz ve’l-Felsefe ve’l-Mille başlıklı bölümünü kendimize temel alacağız.
Filozofun zikredilen eserindeki anlatılarını ise özellikle mantık kitaplarına
başvurarak açmaya; şiir, hitâbet, sofizm, cedel ve burhân sanatlarını felsefenin
coğrafî dolaşımı, tarihsel gelişimi ve felsefî sorunların ortaya çıkışı meseleleriyle
irtibatlı olarak irdelemeye çalışacağız. Bu anlamda filozofun beş sanat ve bu beş
sanatın felsefenin sorunlarına uygulanması sorununu ele alış tarzını ayrıntılı
olarak ilk defa açımlamayı düşünüyoruz. Yine varlığın sudûru, Ay-altı âlemdeki
oluşum kademeleri, insanoğlunun ve ilk toplumların ortaya çıkışı, toplumlardaki
amelî sanatların oluşumu, genel kıyâsî sanatlar olan hitâbet ve şiirin ortaya çıkışı
ve mâhiyeti gibi sorunları da burhânî perspektifi temel alarak ortaya koymayı
amaçlıyoruz. Burhânî felsefe, cedel ve sofistik yöntemi ve bu yöntemlerle yapılan
felsefeleri de tanımlamaktadır. Tezimizde “sofistik felsefe”, “cedelî felsefe” ve
34 Ömer Mahir Alper, “Fârâbî’nin Felsefe Tasavvuru: Tümden-Kabulcü Tavra Bir Örnek”, İÜİFD, sy.
5, s. 99-105.
35 Ali Durusoy, “Fârâbî’de Bilim Felsefe ve Mille Bağlamında Mantık”, Uluslararası Fârâbî
numaralı dipnot.
10
“burhânî felsefe” tanımlamalarını da tasvîr etmeyi hedefliyoruz. Dînin felsefeden
sonra ortaya çıkışı, felsefeyle bağlantısı; fıkıh ve kelâm ilimlerinin oluşumu ve
burhânî felsefeyle irtibatı; ilk başkanın kimliği, yasaya bağlı başkanlar ve kimlikleri
gibi Fârâbî felsefesinin temel konularını da bu kontekste ele almayı deneyeceğiz.
Bütün bu sorunsallar alanını mantık bilimi, mantıksal-burhânî felsefe
perspektifinden ve bütüncül bir şekilde, ayrıntılarıyla ele almayı gâye edindiğimiz
tezimiz, Fârâbî felsefesinin bu boyutunu ayrıntılı bir şekilde ve tarih ve coğrafyayla
ilişkilendirerek serimleme iddiâsında olacak.
11
1. FELSEFE ÖNCESİ DÖNEM
YA DA HAKÎKATİN KAYIP ZAMANLARI
12
bulundurulduğunda döneminin entelektüelleri açısından hakîkatin bilgisine
götüren sanatlar olarak anlaşılmalıdır. Bu sanatlar, burhânî felsefe sonrası
dönemlerde de var olacaktır, ancak sadece burhâni felsefenin gözetimi altında
kalarak. Bunun sebebi ise toplumdaki diğer insan gruplarının anlam ihtiyaçlarıdır.
Yani burhânî felsefe kendi hakîkat iddiâsını kuracak sonra da bu hakîkati toplumun
diğer bireylerine farklı formlarda, bazen hitâbet, bazen cedel, bazen de şiir olarak
sunacaktır.
13
Elfâz ve’l-Felsefe ve’l-Mille başlıklı bölümündeki anlatılarına dillerin oluşumundan
başlamaktadır. Biz, Kitâbu’l-Hurûf’taki bu anlatıları tasvîre başlamadan önce, bütün
bu anlatılara temel oluşturduğunu düşündüğümüz metafizik süreçlere değinmek
istiyoruz. Şimdi filozofun el-Medînetu’l-Fâdıla ve es-Siyâsetu’l-Medeniyye gibi
eserlerine başvurarak felsefe öncesi dönemlerden biraz daha geriye gidebilir ve
insanın ortaya çıkışına kadarki metafizik evreleri çok kısaca ortaya koymaya
çalışabiliriz.
38 Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, thk. Ali Bu Mulhim, Beyrut 1995, s. 25-57;
Kitâbu’s-Siyâseti’l-Medeniyye, thk. Ali Bu Mulhim, Dâr ve Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut 1996, s. 21-72.
Eser dilimize çevrilmiştir. Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye veya Mebâdiu’l-Mevcûdât, çev. Mehmet
Aydın-Abdulkadir Şener-M. Rami Ayas, Kültür Bakanlığı, İstanbul 1980.
39 Fârâbî bu konuların zaten siyâset felsefesinin inceleme alanına girdiğini söylemektedir.
Dolayısıyla filozofa göre ilk varlık, sudûr ve ay-altı dünyadaki oluşum evreleri meseleleri birer
siyâset felsefesi konusudur. Bkz. Fârâbî, “Kitâbu’l-Mille”, Kitâbu’l-Mille ve Nusûsun Uhra, thk. Muhsin
Mehdî, Dâru’l-Maşrık, Beyrut 2001, s. 61. Eser, bir takdimle birlikte dilimize de çevrilmiştir. Fatih
Toktaş, “Fârâbî’nin Kitâbu’l-Mille adlı eserinin takdim ve çevirisi”, Dîvan, sy. 12, İstanbul 2002, s.
270. Bu esere atıfta bulunurken bundan böyle önce Fârâbî’nin ismini ardından da metnin ismini
yazacağız.
14
bu hacimli ve derinlikli konuların ifâde edilmesi, filozofun, incelediği her bir
konunun bütün bir sistem içerisindeki yerinin kavranması ve yine bahsi geçen
konuların siyasetle nasıl ilişkilendirildiğinin anlaşılması açısından hayati önem
taşır. Fârâbî insan birliklerinden, şehirlerden, toplumsal yapılardan bahsederken
sürekli olarak önceden derinlemesine serimlediği konulara göndermeler
yapmaktadır. Böylelikle insan, şehir ve bütün bir varlık birbirleriyle
ilişkilendirilmekte, varlıktaki düzen ve tertip, insan topluluklarındaki düzenle,
insanın vücudundaki organların düzeniyle irtibatlandırılmakta ve sistem içerisinde
organik bir birliktelik göz önünde tutulmaktadır.40
40 Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 116; Kitâbu’l-Mille, thk. s. 63/ çvr., s. 271;
Kitâbu’s-Siyâseti’l-Medeniyye, s. 94-5/es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s.49; Fusûl Munteza’a, thk. Fevzi
Mitri Neccâr, Dâru’l-Maşrık, Beyrut 1993, s. 41. Eserin çevirisi için bkz. Fârâbî, “Fusûlü’l-Medenî”,
Fârâbî’nin İki Eseri, çev. Hanifi Özcan, MÜİFAVY, İstanbul 2005, s. 62.
41 Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 114.
42 Filozofun toplumsal yapıya dâir yapmış olduğu hiyerarşik sınıflandırmalara örnek olması
açısından bkz. Fârâbî, Fusûlun Munteza’a, s. 65-6, 67-70/Fusûlü’l-Medenî, çvr., 85, 91-3.
15
sadece başkalarına hizmet etmek olan diğer insanlardır. Ve nihâyet gerçek
anlamda felsefe olarak isimlendirilebilecek yegâne felsefe burhânî felsefe iken,
bunun yanında felsefenin sofistik ve cedelî biçimleri, eksik felsefeler olarak dile
getirilmekte ve mükemmele doğru gidilen sürecin alt basamakları olarak ele
alınmaktadır.43 Filozofun düşünce sistemindeki bu hiyerarşik yapı, bugünden
bakıldığında zannedilebileceği gibi olumsuzlanmamakta, tam aksine bütün bir
varlığı, bilgiyi, insanı, toplumları, insanlık tarihini, felsefeleri, dinleri, kısacası
yaşama dair bütün alanları sorunsallaştırarak, onları felsefenin konusu haline
getiren bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.
16
sürecin mükemmel olandan eksik olana, ardından da eksik olandan mükemmel
olana doğru seyreden kısmının insanoğlunun ortaya çıkışına kadarki bölümünü
kısaca ele alacağız.
44 Fârâbî diğer bir eserinde “İlk Varlık” için “İlk Akıl” şeklindeki bir isimlendirmeyi kullanmıştır.
Bkz. Fârâbî, “Felsefenin Temel Meseleleri”, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, çev. Mahmut
Kaya, Klasik Yayınları, İstanbul 2003, s. 120; Yine filozof bir başka eserinde de “İlk Akıl”, “İlk Varlık”,
“İlk Bir” ve “İlk Gerçek” şeklinde ifâdeler kullanarak aynı anlamı ifâde etmiştir. Bkz. Fârâbî, “Aklın
Anlamları”, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, çev. Mahmut Kaya, Klasik Yayınları, İstanbul
2003, s. 13
45 Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 25. Filozof ilk varlığın niteliklerini de
geniş bir şekilde ele almaktadır. Bkz. Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 25-45. Yine
aynı konu ile ilgili olarak bkz. Es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 11-15; Felsefenin Temel Meseleleri, s.
118-9.
46 Fârâbî, et-Ta’lîkât, thk. Ca’fer Âli Yâsin, İntişârât Hikmet, İran 1371, s. 127. Filozofun Et-Ta’lîkat
adlı eseri Ca’fer Âli Yâsîn tarafından Kitâbu’t-Tenbîh ‘alâ Sebîli’s-Sa’âde, et-Ta’lîkât ve Risâletân
Felsefiyyetân ile birlikte neşredilmiştir; es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 15, 22; Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-
Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 52-4.
47 Filozof, İlk Varlık için İlk Akıl dediği gibi, bazen diğer varlıklar için de akıl isimlendirmesini
Medeniyye, s. 23.
49 Ayrık akılların özellikleri için bkz. Fârâbî, “Soyut Varlıkların İspatı”, çev. Hüseyin Aydın, UÜİFD, c.
1, sy. 1, s. 9-11.
17
Zuhal, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve Ay şeklinde sıralayabiliriz. Onbirinci
varlık olan faal akıl son varlık, dokuzuncu gök küresi olan Ay ise son gök
küresidir.50 Böylece oluş ve bozuluş âlemine ulaşmış oluyoruz.
50 Fârâbî denilince akla gelen ilk nazariyenin sudûr nazariyesi olduğunu söyleyebiliriz. Filozofumuz
İslâm Felsefesinde çokça tartışılacak olan bu teoriyi net bir şekilde ortaya koymuştur. Biz, konumuz
gereği bu teoriyi ana hatlarıyla vermeye çalıştık. Burada öncelikli olarak ortaya koymaya
çalıştığımız şey İlk Varlıktan başlayarak mükemmellik hususunda en alt düzeyde olan varlığa kadar
devam eden sudûr sürecini öne çıkararak, en eksik olandan en mükemmel olana kadar devam
edecek olan sürecin alt yapısını kurmaktır. Sudûr nazariyesi için bkz. Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve
Mutedâddâtihâ, s. 52-4; Kitâbu’s-Siyâseti’l-Medeniyye, s. 21 vd.
51 Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 20.
52 Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 21; Fârâbî bu anlamda bütün bir varlığı madde ve sûret
bağlamında ele almakta ve bu anlamda en altta ilk maddenin geldiğini belirtmektedir. Konu ile ilgili
olarak bkz. Fârâbî, “Aklın Anlamları”, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, s. 133.
53 Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 24-5; Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 75,
81.
54 Fârâbî, “Felsefenin Temel Meseleleri”, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri,, s. 123.
55 Yine konu ile ilgili diğer bir değerlendirme için bkz. Fârâbî, Felsefenin Temel Meseleleri, s. 124.
18
Gene onlar için bu durum ortaya çıkınca o sûretler ile de karşılıklı başka sûretlerin
var olma imkânı ortaya çıkar. Bunlar da başka sûretlerin maddesi olurlar.
Sûretlerle meydana gelen varlıkların diğer sûretler için madde olma imkânının
olmayacağı sûretlerin ortaya çıkışına kadar bu durum böyle devam edip gider. Bu
varlıkların sûretleri kendilerinden önceki her sûret için sûret olur. Onların
sonuncusu mümkün varlıkların en şereflisi olmuş olur ki buna sûretlerin sûreti
diyebiliriz. İlk madde ile sûretlerin sûreti arasındakilere de ortadakiler (el-
mutavassıtât) diyen filozofumuz bunların da mertebelere ayrıldığını ifâde eder.56
Burada öncelikle tabiî olanlar daha sonra ise irâdî olanlar varlık bulmaya başlar.
Tabiî olan bulunmaksızın irâdî olandan bahsedilemez. Tabiî olan irâdî olanın alt
koşulu ve hazırlayıcısıdır. Bu anlamda filozofumuz tabiî cisimleri biraz önce
zikrettiğimiz gibi dört unsur (el-ustukussât) olarak ifâde eder ki bunlar ateş, hava,
su ve topraktır. Bir de bu dört unsurun buhar, alev ve bunun gibi cinsleri vardır.
Daha sonra taş ve benzeri madenler gelir. Bunlardan sonra ise bitkiler,
düşünmeyen canlı, yani hayvanlar ve nihayet düşünen canlı yani insan
gelmektedir. Bu anlamda ay altı dünyadaki en üstün varlık insan olmaktadır.57
Varlıklar mükemmelleştikçe karışımlar da artar. Böylelikle ay-altı dünyadaki
oluşum, mükemmellik bakımından en eksik olan fakat mükemmelliğe giden yolun
ilk basamağı olan ilk maddeyle başlar ve en mükemmel varlık olan insanın ortaya
çıkışına kadar devam eder.58 Fârâbî Ay-altındaki varlıkların oluşum sırasına
değinmekle birlikte, bu varlıklardan her birinin birbirinden mi oluştuğu, yoksa ayrı
ayrı mı oluştuğu sorununa doğrudan değinmemektedir. Modern dönemde çokça
tartışılacak olan bu konuyu ele alan İslam filozoflarından birisi İbn Miskeveyh’tir.
İbn Miskeveyh varlıkların oluşumunu anlatırken her bir varlığın birbirinden
evrilerek ortaya çıktığını söylemektedir. Ona göre bitkiden hayvana geçiş
ilişkisi bağlamında devâm eden Ay-altı dünyadaki oluşumla faal aklın irtibatının nasıllığı hususunu
kısa ama özet bir şekilde ele almıştır. Bkz. Fârâbî, “Aklın Anlamları”, s. 135-6.
19
sürecindeki varlık hurma iken, hayvandan insana geçişteki varlık da maymundur.
Görüleceği gibi İbn Miskeveyh bütün varlıkların doğal bir evrim netîcesinde
oluştuğunu ve insanın da hayvan cinsinin en gelişmişi olan maymunun
evrilmesinden sonra ortaya çıktığını söylemektedir.59 Fârâbî bu konuyu İbn
Miskeveyh’in (932-1030) ele aldığı gibi çok açık bir şekilde ifâde etmemektedir.
Ancak şimdi ifâde edeceklerimizden de anlaşılacağı üzere Fârâbî de, İbn Miskeveyh
gibi çok açık bir şekilde söylememiş olsa bile, bu şekilde düşünmektedir.
20
olan tarihlenemeyen tarihî süreçleri61 irdelemeden önce, insanoğlunun nefsânî
yetileri arasındaki hiyerarşik yapıya dikkat çekmek istiyoruz. Yukarıda da
anlattığımız gibi insan düşünme özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılır. Bunun
dışındaki özellikler hususunda ise altındaki varlıklarla benzerlik göstermektedir.
Fârâbî insanı, hem bedenî hem de nefsânî özellikleriyle yine geniş bir şekilde ele
almaktadır. Varlıklar arasındaki mertebeler insanın bedeni ve organları arasında
olduğu gibi onun nefsânî özellikleri arasında da vardır. Bu anlamda zikredecek
olursak insanın en merkezî organı kalptir. Beyin kalpten sonra gelir. Fârâbî, nefsi
de çeşitli şekillerde türlere ayırmaktadır ki biz bunları konumuz gereği çok kısaca
şu şekilde ifâde edebiliriz: Buna göre ilk önce besleyici kuvvetten bahsedilmelidir.
Besleyici kuvveti ise hissedici kuvvet yani insanın beş duyusu takip eder. Beş
duyuyu ise filozofumuz yine bilinçli bir şekilde sıralar: dokunma, tatma, koklama,
işitme ve görme duyusu. Daha sonra ise mütehayyile kuvveti gelir. Diğer bir kuvvet
ise düşünme kuvvetidir. Son olarak da arzu kuvveti gelir. Bir şeye karşı arzu ya da
bir şeyden kaçınmayı sağlayan, iradeyi ilgilendiren bu kuvvet diğer kuvvetlerle
elde edilenleri kendine konu edinir.62 Besleyici kuvvet hissedici kuvvete, hissedici
kuvvet, mütehayyile kuvvetine, mütehayyile kuvveti de düşünce kuvvetine hizmet
eder.63 Akıl kuvveti diğer kuvvetlerin hizmetkârı değildir. Diğer kuvvetler ise en
nihayetinde akıl kuvvetine hizmet ederler. Diğer güçlerden de beslenme kuvveti
sadece hizmet ve yardım ederken bu ikisi arasındakiler de doğal olarak bu iki yönü
aynı anda kendinde barındırmaktadır. Görüldüğü gibi burada da Fârâbî bir
mertebeler sistemini ve hiyerarşiyi vurgulamakta, makro alandaki hiyerarşik
yapıyı farklı bir biçimde insan nefsinin kısımlarına da yansıtmaktadır. Ay-üstü
dünyanın insan nefsi üzerindeki yansımasından sonra nefsânî nasıllığını genel
61 “Tarih olmayan tarih” isimlendirmesi Ömer Albayrak’a aittir. Albayrak bu isimlendirme ile
beraber Henri Gouhier’in kullandığı farklı bir terim olarak “antropolojik geometri” terimine de
değinmiştir. Burada bu terimlerin kullanımındaki amaç, kısaca insanlık tarihi ve toplumların
kökenleri şeklinde ifâde edebileceğimiz araştırma alanları hakkında düşünürken konuya bir tarihçi
gibi yaklaşılamayacağına vurgu yapmaktır. Ancak çok açıktır ki konu aslında tarih biliminin
konularının kökenlerini de kapsamaktadır. Bkz. Ömer Albayrak, “Çevirmenin Önsözü”, J. J.
Rousseau, Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, çev. Ömer
Albayrak, TİBKY, İstanbul 2007, s. viii.
62 Fârâbî nefsin kısımlarını diğer eserlerinde de ele almıştır. Metinde değindiğimiz gibi nefs beş
kısımdan oluşmaktadır. Filozofumuz konuyu derinlemesine ele almıştır. Bkz. Fârâbî, Fusûl
Munteza’a, 27-9/ Fusûlü’l-Medenî, s. 48-52; Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 82-6.
63 Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 84.
21
olarak incelediğimiz insanoğlunun Ay-altı’nda boy göstermesi ve toplumsallaşması
sürecine geçebiliriz.
O halde bütün olguları bir kenara bırakarak işe başlayalım çünkü bunların
sorunla hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuya girebileceğimiz araştırmaları tarihsel
doğrular olarak değil, şeylerin asıl kökenini göstermekten çok onların doğasını
aydınlatmaya uygun, sadece varsayımsal ve koşullu akıl yürütmeler olarak
kabul etmek gerekir, tıpkı doğa bilimcilerimizin dünyanın oluşumu konusunda
yaptıkları gibi.64
64 J. J. Rousseau, “Discours sur l’origine et les fondements de l’inégalité parmi les hommes”, Folio
Essais, 1969, s. 62-3. Biz alıntımızı Rousseau’nun Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin
Kökeni Üstüne Deneme adlı eserini dilimize çeviren Ömer Albayrak’ın çeviriye yazdığı önsözdeki
alıntısından aldık. Ömer Albayrak, “Çevirmenin Önsözü”, J.J.Rousseau, Melodi ve Müziksel Taklit İle
İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, s. viii.
22
varlığını ıspatlamaya çalışırken yaptığı spekülasyonlardan farksız olacaktır. Felsefi
bir sorunla ilgilendiğimizin farkında kalarak sorumuzu yeniden soralım ve
Fârâbî’nin sorunla ilgili olarak ortaya koyduğu düşünceleri serimlemeye devam
edelim: İlk insanlar ne zaman ortaya çıkmış olabilirler, onları bir arada yaşamaya
sevk eden şey nedir, ilk toplum nasıl bir toplumdur ve toplumlar nasıl oluşmuştur?
İnsan yeryüzünde varlık bulmuştur artık, bir erkek ve bir kadın olarak.65
Nesiller bir erkek ve bir dişiden türemeye ve insanoğlu yeryüzüne yayılmaya
başlamıştır. O halde toplumsal yaşam bir erkek ve bir dişinin beraberliği ve
bunlardan doğan çocuklarla başlamış olmalıdır. Yani bir birliktelikten sonra bir
ayrışmadan bahsedilebilir ancak. Yoksa ayrı mekânlarda var olmuş “yalnızlar”ın
65 Fârâbî, ilk insan ve ilk toplum meselesini çok derinlemesine incelememiştir. Filozofun konuyla
ilgili düşüncelerini Kitâbu’l-Hurûf, el-Medînetu’l-Fâdıla ve benzer konuları ele aldığı diğer bazı
eserlerinde farklı bağlamlarda ortaya koymuş olduğunu görüyoruz. İnsan ve toplumsallık sorununu
dile getirirken Âdem ve Havva ismini kullanmamış ve dini metinlere atıfta bulunmamıştır. Fârâbî
felsefî duruşu gereği, konuyla ilgili olarak Kur’an’a ya da herhangi bir dînî metne referansta
bulunmamıştır. Ancak bilindiği üzere Kur’an’ın birçok ayeti ilk insan ve onun yeryüzüne indirilmesi
konusunu mesele edinir. Örnek olması açısından burada birkaç ayeti zikredebiliriz. Bakara
suresinin 30. ayetinde Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hani Rabbin meleklere, ‘Muhakkak ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Melekler; ‘Sen orada bozgunculuk yapacak, kanlar
dökecek birini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz seni hamdinle tesbih ve noksan sıfatlardan tenzih edip
duruyoruz’ dediler. Allah, ‘Şüphesiz, ben sizin bilemeyeceğinizi bilirim’ buyurdu”. Bu âyetlerin
tefsîrine dâir birçok örnek verilebilir. Meselâ Nesefî bu ayeti yorumlarken Yüce Allah’ın melekleri
gökte, cinleri ise yeryüzünde yarattığını söylemiştir. Ayette meleklerin ifâdelerinden öğrendiğimiz
‘kan dökücü’ ve ‘bozgunculuk çıkarıcılar’ın ise cinler olduğunu söylüyor müfessirimiz. Hemen bir
sonraki ayette ise “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek, ‘Eğer
sözünüzde sâdıksanız bana şunların adlarını söyleyin’ buyurdu.” denilmektedir. Nesefi buradaki
‘isimler’den maksadın isimlendirilenler (el-musemmiyât) olduğunu belirtmiştir. Bu ise Allah’ın
Âdem’e tek tek şeylerin isimlerini öğrettiği anlamına gelmektedir. Konuyla ilgili olarak bkz.
‘Abdullah bin Ahmed en-Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, thk. Mervan Muhammed eş-Şeggâr, Dâru’n-Nefâis,
c. 1-2, s. 79-80. Emin olmamakla birlikte Fârâbî’nin de Rousseau gibi “ilk peygamberler
zamanı”ndan çok daha öncesinde insanların yaşamış olduğu bir “ilk zamanlar” döneminin varlığına
inandığı ihtimalini göz önünde bulundurabiliriz. “… Ancak zamanları karıştırmayalım. Bizim
bildiğimiz ilk peygamberler zamanı ilk zamanlardan oldukça uzaktır. Kutsal Kitap, insanların uzun
yaşadığı bu çağlarda birinden öbürüne on kuşak sayar. Bu on kuşak boyunca ne yaptılar? Bu
konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Dağılmış bir haldeydiler ve toplum halinde yaşadıklarını söylemek
neredeyse olanaksızdı, dolayısıyla hemen hemen hiç konuşmuyorlardı: yazmayı nasıl bilebilirlerdi?
Yalıtık yaşamlarının tekdüzeliği içinde bize hangi olayları anlatacaklardı ki?” Rousseau, Melodi ve
Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, s. 39. Konuyla ilgili olarak bir ihtimal
daha öne sürülebilir: “ Âdem konuşuyordu, Nuh da konuşuyordu; öyle olsun. Âdem’e öğreten,
Tanrı’nın kendisiydi. Nuh’un çocukları bölünerek tarımı bıraktılar ve ortak dil de ilk toplumla
birlikte yok olup gitti. Bu, Babil kulesinin hiç var olmayacağı bir zamanda meydana gelmiş
olmalıdır. Issız adalarda yalnız kalanların kendi dillerini unuttukları görülmüştür: kendi ülkeleri
dışındaki insanların ortak işler yapsalar ve onlarla toplum içinde yaşasalar bile, nadiren birkaç
kuşak sonra, ilk dillerini korudukları görülmüştür.” Rousseau, Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki
İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, s. 40.
23
ihtiyaçları dolayısıyla diğerlerini bulması ile değil. Fârâbî eserlerinde konuya
doğrudan değinmemiştir. O ilk toplumsal birliklerin nasıl ortaya çıktığı
sorunundan daha çok, mevcut toplumsal yapının birlikteliklerinin devamlılığını
sağlayan “ihtiyaçlar ilişkisi”ne vurgu yapmış ve toplumsallaşmayı bu gözle ele
almıştır. Filozof insan türünün kendi mükemmelliğini sağlaması ve kâmil bir hayat
yaşayabilmesi için toplumsallaşmanın bir gereklilik olduğunu iddiâ ederken ve
lafızların ortaya çıkması için en az iki insanın karşı karşıya gelmesi, beraber
yaşaması gerektiğini söylerken bu sürecin ilk olarak nasıl başladığı sorunuyla
doğrudan ilgilenmemiş gözükmektedir.
Fârâbî’ye göre birlikte yaşama özelliği hayvanların bazıları için her zaman
geçerli olmasa da özellikle insan türü için kesinlikle doğrudur. İnsan, ana hatlarıyla
ifâde etmeye çalıştığımız süreçlerin geçilmesi neticesinde varlık âleminde boy
göstermeye başlamasından itibaren kendi türüyle birlikte, bir arada yaşamıştır.66
Çünkü insan kendi gerçekliğini yaşayabilmek, “doğasındaki mükemmelliği
gerçekleştirebilmek”67 için hemcinsleriyle beraber toplumsal bir yapı içerisinde
bulunma zorunluluğuyla var edilmiştir. Bu zorunluluk belli bir mükemmelleşme
süreciyle ilgili olmakla kalmaz, insanın en azından zorunlu ihtiyaçlarını
karşılayabilmesi ve “yaşayabilmesi” için de bir zorunluluk halini alır. Böylece
insanlar hemcinsleriyle aynı mekânda ve beraber yaşayarak mükemmelleşme ve
kâmil bir hayat biçimine ulaşma yolunun ilk ve esaslı şartını gerçekleştirmiş
olurlar. Bundan dolayıdır ki filozof, Aristoteles’in de ifâde ettiği şekliyle68 insan için
getiriliyordu. “Şu halde, açıktır ki toplum doğanın bir ürünüdür ve yine aşikârdır ki insan doğası
gereği toplumsal bir canlıdır (political animal). Sırf rastlantısal değil de doğası gereği toplumsuz
olamayan insan, ya kötü biridir, ya da insanüstü bir varlıktır. O, ‘toplumsuz, hukuksuz, kalpsiz biri’
gibidir.” Aristotle, Politica, trans. Benjamin Jowett, The Basic Works of Aristotle, ed. Richard
McKeon, Random House, New York 1941, c. 2, 1253a1-5.
24
“toplumsal, siyasal bir canlıdır (el-hayevân el-medenî)” ifâdesini kullanmıştır.69
İlk zamanlarda yeryüzüne dağılmış insanların sahip olduğu tek toplum aile;
tek yasa doğa yasası; tek dil de jest ve kimi eklemlenmemiş sesler idi.70
69 Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, s, 63-4. Filozof şehri tanımlarken ilginç bir biçimde yukarıda
bahsetmeye çalıştığımız durumu vurgulamış ve şehri, “toplumsal anlamda yetkinliğin başladığı ilk
mertebe” şeklinde ifâde etmiştir. Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 36.
70 Rousseau, Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, s. 35.
71 Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 36.
72 Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 36.
25
nihayet küçük şehirlere, çok daha sonraları ise büyük şehirlere doğru bir gelişim
süreci izlemiş olduğunu düşünebiliriz. Filozofun es-Siyâse’de büyükten küçüğe
doğru sıraladığı insan birliktelikleri hakkındaki kısımları, tarihsel bir biçimde ele
alırken, tersi bir şekilde küçük ve basitten büyük ve mükemmel olana doğru
sıraladık.
Kendine has fiziksel özelliklere sahip belirli bir mekânda, kendine has bir
mîzâca sahip olan73 bu ilkel insan74 birlikteliğinin bireylerine bakıldığında, onların
sıradan insanlardan (‘avâm, cumhûr) oluştuğunu görmekteyiz. Düşünen, belli
sorunlara kafa yoran aydın insanların (havâs) ortaya çıkması için belirli bir
zamana ihtiyaç vardır.75 Bu ilk zamanların insanları bedensel açıdan olduğu gibi
mîzaç ve huy açısından da, yani toplumsal akıl anlamında da ortak özelliklere
sahiptirler.76 Mizaç ve huy benzerliğinin başlıca sebepleri iklim ve doğal şartlar
olabilir. Doğal olanlar daha sonra irâdeli bir varlık olan insanın yapıp etmesi
sonucu oluşacak olan toplumsal ve kültürel durumları belli oranda belirlemektedir.
Fusûlü’l-Medenî, s. 53-4.
78 Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, s, 54; Tenbîh alâ Sebîli’s-Sa’âde, çvr., s. 165-6.
79 Filozofumuz bilme isteğinin tabi bir istek olduğunu, insanoğlunun gereğini yapmadığı şeylerin
26
şeyler hakkında düşünmeye ve tahayyül etmeye başlar. Daha sonra bu düşünme ve
hayal etme neticesinde farkına varılan şeylerin hemcinslere anlatılması ihtiyacı
ortaya çıkar.80 Böylelikle, toplumsal tecrübenin ilk kurumu81 olarak
nitelendirdiğimiz dilin filozofa göre oluşum sebeplerinden ilkinin “düşünebilmek”,
ikincisinin de düşünebilen ve düşünüleni anlayan ikinci bir varlıkla “yüz yüze
gelmek” olduğunu görüyoruz. Burada yine Fârâbî’nin söylemlerini açımlaması
açısından başka bir metne, İbn Tufeyl’in Hayy İbn Yakzân adlı eserine gitmeyi
uygun buluyoruz. Bulunduğu toplumdan kaçarak belli bir süre münzevî bir hayat
yaşamayı amaçlayan Absal ile belli bir yaşa kadar hiçbir şekilde ikinci bir insanla
karşılaşmamış olan Hayy’ın düştükleri durum, değinmeye çalıştığımız konuyu çok
güzel bir şekilde ifâde ediyor:
Günlerden bir gün yine gezintiye çıkmıştı Absal. Hayy da yiyecek bir şeyler
bulmak için ayrılmıştı o gün mağarasından. Derken yolları çakıştı ve ansızın
birbirlerini görüverdiler. Absal hemen, onun da kendisi gibi insanlardan
uzaklaşmak için adaya gelmiş bir âbid olduğuna hükmetti. Konuş tanış olmaları
durumunda, onun, kendisini bulunduğu halden uzaklaştırmasından, amacına
erişmesini engellemesinden korktu. Hayy İbn Yakzan ise onun ne olduğunu
anlayamadı. Zîrâ o vakte dek gördüğü hayvanların hiçbirine benzemiyordu.
Üzerindeki yünden, kıldan yapılmış siyah elbiseyi onun postu sandı. Tam bir
şaşkınlık içindeydi. Absal kısa süreli bir duraksamadan sonra, kendisini içinde
bulunduğu yüce makamdan uzaklaştırır endişesiyle, hemen arkasını dönerek
kaçmaya başladı. Fakat Hayy, onun peşini bırakmak niyetinde değildi; onu takip
etmeye koyuldu. Eşyanın mahiyetini araştırmak onun doğasında vardı çünkü.
İzlendiğinin ayırtına varan Absal gizlenmek niyetiyle adımlarını hızlandırdı.
Bunun üzerine Hayy durakladı. Diğer hayvanları avladığı gibi onu da avlamak
için kendini gizledi. Absal, onun kendisini takiplemekten vazgeçtiğini, geri
dönüp o bölgeden uzaklaştığını zannetti. Ve namaz kılmaya, Tanrı’ya yalvarıp
yakarmaya başladı. Böylece tam bir dinginliğe kavuştu ve her şeyden uzaklaştı.
80Düşünme ve konuşma arasındaki bu ilişkiyi Gazâlî’den bir pasajla açmaya çalışalım: “İnsanların
konuşmasına gelince; kendisine söz denilmeden önceki nutkî düşünce ve aklî sezgiden doğan ve
onların düzenli (manzûm) bileşkesi olan ifâdeye konuşma denir. Anlam, düşünce odasında gizli-
kapalı durduğu sürece ona düşünme denir; düşünceden çıkıp söze yaklaştığı vakit ona konuşma
denir.” Gazâlî, Düşünme, Konuşma ve Söz Üzerine, çev. Ahmet Kamil Cihan, İnsan Yayınları, İstanbul
2002, s. 53.
81 Bu başlıkta kullandığımız “kurum” ifâdesi J. Searle’ün dilimize çevrilen şu eserindeki
düşüncelerinden mülhemdir: John R. Searle, Toplumsal Gerçekliğin İnşâsı, çev. Muhittin Macit-
Ferruh Özpilavcı, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 15-105.
27
Hayy usul usul, gizlice ona yaklaştı. Absal manevi dünyaya dalıp gittiği için
onun yaklaştığını duymadı. Hayy öyle yaklaştı ki onun okuyuşunu, ağlayışını,
Tanrı’yı övüşünü duyar oldu. O vakte değin hiçbir hayvandan duymadığı
güzellikte bir ses ve yetkin bir konuşma duydu. Yüzüne ve vücut yapısına baktı
uzun uzun. Hayretle kendisine benzediğini gördü. Üzerindeki giysi de doğal
olmayıp, kendisininki gibi yapaydı. Manevi coşkusu, tevazuu, yalvarıp
yakarışları kuşku edilemez bir biçimde Absal’ın Hakk’ı, bilen zatlardan
olduğunu gösteriyordu. Onu daha yakından tanımak için büyük bir şevk duydu
içinde. İç dünyasını, ağlayış ve yakarışını öğrenmek arzusuyla o denli yaklaştı ki
Absal onu farketti. Onu görür görmez son sürat kaçmaya başladı. Hayy, onun
peşini bırakmamakta kararlıydı. Var gücüyle arkasından koştu ve sonunda onu
yakaladı. Tanrı, Hayy’a zihinsel güç yanında üstün bir bedensel güç de
bahşetmişti. Absal’ı, kaçıp kurtulamaması için sımsıkı tuttu… Hayy İbn Yakzan
da hayvanlardan öğrendiği kimi sesler çıkararak ve alışılmadık bir takım
davranışlar sergileyerek Absal’ın korkusunu gidermeye, onu kendisine
ısındırmaya çalışıyordu.82
Yukarıda insanları bir araya getirip onları beraber yaşamaya iten temel
sebebin filozofa göre insanın doğasından kaynaklandığını, insanın hemcinsleriyle
beraber yaşama durumunun adeta doğal bir zorunluluk olduğunu ifâde etmiştik.
Çünkü insanoğlu tek başına karşılayamayacağı kadar çok şeye muhtaçtır. O halde
bütün bunlardan hareketle filozofa göre dilin ortaya çıkmasının bir başka
nedeninin de insânî ihtiyaçlar olduğu sonucuna varabiliriz. Bu hepimizin
82 İbn Tufeyl, Hayy İbn Yakzan, çev. Yusuf Özkan Özburun-Serkan Özburun-Şehabettin Yalçın-Orhan
Düz-Derya Örs, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s. 78-80. Alıntımızı paragrafları birleştirerek yaptık
ve tercümedeki “Asal”ı “Absal” olarak değiştirdik. (Bu eser İbn Sînâ’nın eseri ile birlikte çevrilmiş ve
beraberce Hayy İbn Yakzan ismiyle yayımlanmıştır. Ayrıca metinde hikâyelerle ilgili
değerlendirmeleri içeren çeşitli makaleler de bulunmaktadır.) Konuyla ilgili olarak Savater’in
düşünelerine de yer verebiliriz: “Hiç kimse tek başına insan olmaz. Birbirimizi insan kılarız.
İçimizdeki insanlığımız başkalarından “bulaşmıştır” bize: benzerlerimizin yakınlığı olmasaydı hiçbir
zaman yakalanmayacağımız bir hastalıktır insanlık. Solukla, sözcükler aracılığıyla, ama her şeyden
önce bakışla geçer: okumayı öğrenmeden çok çok önce insanlığımızı ana babamızın ya da onların
yerine bakımımızı üstlenenlerin gözlerinde okuruz. Sevgi, kaygı, kınama, alay içeren bir bakıştır bu:
yani, anlamlı bir bakış. Doğal anlam yoksunluğumuzdan bizi kurtaran, bizi anlamlı kılan bir bakış.
Ortak Yaşam adlı kitabında konuyu büyük bir duyarlıkla ele alan, çağdaş yazarlardan Tzvetan
Todorov’a göre, “Bebek annesinin bakışını, yalnızca onu beslesin, avutsun diye değil, aynı zamanda
bu bakış vazgeçilmez bir öge taşıdığı için arar: varoluşunu doğruladığı için […] bu anın önemini
biliyorlarmış gibi –böyle olmasa bile- baba, anne ve bebek birbirlerinin gözlerine uzun uzun
bakabilirler; böyle bir davranış yetişkin çağda tam anlamıyla sıra dışıdır, on saniyeden uzun süre
bakışmak, yalnızca iki şeyi gösterebilir: iki kişinin kavga edeceğini ya da sevişeceğini.” Fernando
Savater, Yaşam Soruları, s. 209.
28
onaylayacağı kadar net bir açıklama gibi duruyor. Acaba başka nedenler de olabilir
mi? Rousseau’nun yaklaşımı bu konuda bizlere farklı açılımlar yapma imkânı
tanıyabilir. Ona göre insanlar sözü ilk kez gereksinimlerden dolayı değil, güçlü
duygulanımlardan dolayı bulmuşlardır.83 Benzer bir ifâdeyi de Gasset’te
buluyoruz:
Mantık Sanatı olmadan doğrunun tayin edilmesi için bir yol yoktur. Bu
83 Rousseau, Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, s. 9. Rousseau
insanı iletişim araçlarını araştırmaya iten şeyin onun başka biri tarafından hisseden, düşünen ve
kendine benzeyen bir varlık olarak tanınması ve o anda karşısındakine kendi his ve düşüncelerini
iletme arzusu ve gereksinimi olduğunu belirtmiştir. Buradan hareketle dilin oluşumunun bir insan
birlikteliğine bağlı olduğunu düşünebiliriz. Herhalde hiçbir zaman kendimizi bir hayvana anlatma
ihtiyacı hissetmemişizdir. Konuyla ilgili olarak bkz. Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin
Kökeni Üstüne Deneme, s. 1.
84 Ortega y Gasset, Tarihsel Bunalım ve İnsan, çev. Neyire Gül Işık, Metis Yayınları, İstanbul 1998, s.
144.
85 Platon, Sofist’te düşünmeyi bir tür içsel konuşma olarak niteler. Platon, Sofist, çev. Cenap
29
sanatın adı “nutk” kelimesinden türemiştir. Bu kelime Eskilere göre üç şeye
delâlet eder. İnsanın mâkulleri idrâk edebileceği kuvvete delâlet eder. Bu
kuvvetle ilim ve sanatlar elde edilir ve onunla hareketlerin güzeli ve çirkini
ayırt edilir. Bunların ikincisi insan nefsinde anlayış yolu ile hâsıl olan
mâkullerdir, bunlara “içten konuşma” denir. Üçüncüsü, içerde bulunan şeyi dil
ile söylemektir, ona da “dıştan konuşma” denir.86
Jest dili de sesli dili de eşit derecede doğal olsalar da, ilki daha basittir ve
86 Fârâbî, “et-Tavtıe”, el-Mantık ‘inde’l-Fârâbî 1, thk. Refîk el-Acem, Dâru’l-Maşrık, Beyrut t.y., s. 59-
60. Eserin çevirisi için bkz. Fârâbî, “et-Tavtıe fi’l-Mantık: Mantığa Başlangıç”, thk. ve çev. Mübahat
Türker, Fârâbî’nin Bazı Mantık Eserleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1990, s. 23/29 (İlk
numara metnin Arapçası, ikinci numara ise Türkçesi için verilmiştir). Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi
için filozofun bir diğer eserine de bakılabilir; Fârâbî, İlimlerin Sayımı, çev. Ahmet Arslan, Vadi
Yayınları, Ankara 1999, s. 61.
87 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, 135.
30
uzlaşımlara daha az bağlıdır: çünkü kulağımıza çarpanlardan daha çok nesne
gözümüze çarpar ve biçimler seslere göre daha çeşitlidir; aynı zamanda daha
zengin anlatımlıdırlar ve daha az zamanda daha çok şey söylerler. Resim
sanatını bulanın aşk olduğu söylenir. Sözü de bulmuş olabilirdi, ama daha az
mutlu bir biçimde. Sözden pek az hoşnut olan aşk onu hor görür, kendisini ifâde
edecek daha zengin yolları vardır. Sevgilisinin gölgesini böyle bir hazla
resmeden, ona bir şeyler söylesin! Fırçasının o hareketini dile getirmek için
hangi sesleri kullanırdı?88
Peki insanların ilk olarak ifâde etme ihtiyacı hissettikleri şeyler nelerdir?
Fârâbî bu soruyu duyulur olanlar (mahsûsât) şeklinde cevaplıyor. Hegel’in de
belirttiği üzere tinin kendisine ilişkin ilk bilgisi onun duyumsama özelliği
netîcesiyle elde edilir. Bu içgüdüsel bir bilgidir. İnsan bu düzeyde henüz hayvandan
ayrı düşünülemez. İnsanı hayvandan ayıran şey ise, kendi hakkında bir bilince
sahip olması, yani düşünebilmesidir.90 Dolayısıyla ilk olarak ifâde edilen şeyler de
duyuya konu olanlar olmalıdır. Fârâbî insanın duyularıyla algıladığı her bir somut
şey için belli bir sesi kullanmaya başladığını söylemektedir. Belli bir sürenin
ardından belirli sesler ancak belirli nesnelere delâlet eder hâle gelir. Böylelikle tek
tek sesler belli duyulurların ifâdesi için kullanılmış olur. Bu tek tek harfler belli bir
süre sonra ifâdeye yetersiz kalacağı için insanlar bu sesleri birleştirmeye
başlayacaklar ve belli duyulur şeyleri ifâde için de iki ve daha fazla harfi
88 Rousseau, Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, s. 2. İlk
zamanların insanının doğal olarak ve tabiî yatkınlık sebebiyle önce işâretleri ve vücut dilini
kullandıklarını söyledik. İşaret, jest, mimik ilk zamanların dilsiz dünyasında olduğu kadar modern
zamanların çok dilli dünyasında da kendini ifâdenin ya da ifâde edileni anlamaya çalışmanın ilginç
araçları olmaya devam etmektedirler. Sinema, ve tiyatro, ifâdede kelimelerin yanında işâretlerin
kullanıldığı ve göze hitap eden sanatlardır. “Bir işe yatkınlık göstergeler açısından her zaman bir
yazgıdır. Bize bir şeyler öğreten her şey göstergeler yayar, her öğrenme eylemi göstergelerin ya da
hiyerogliflerin bir yorumudur… Düşünmüyoruz, davranmıyoruz, bunun yerine işâret ediyoruz.”
Gilles Deleuze, Proust ve Göstergeler, çev. Ayşe Meral, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2002, s. 12, 14.
89 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 135.
90 G.W.F. Hegel, Tarihte Akıl, çev. Önay Sözer, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003, s. 61.
31
birleştirerek kullanacaklardır. Böylece, ilk lafızlar ve harfler kendilerine işâret
edilebilen, somut duyulur varlıklara dayanan kavramların alâmetleri olarak ortaya
çıkarlar. Çünkü her küllî kavramın diğer kavramınkinden ayrı fertleri vardır. Bu
şekilde her bir ferdi ve fertlerin dâhil oldukları kavramları ifâde eden kavramlar
ortaya çıkmış olur.91
32
bir şeyin dilde ifâdesi diye bir şey söz konusu olamaz.93 Öncelikle düşünebilen bir
varlık ve düşüncesine konu edineceği bir varlıktan bahsedilmesi gerekmektedir.
Bu anlamda dilin oluşum sebebinin zihin ile dış dünya arasındaki irtibat olduğunu
ifâde etmeliyiz. Ancak dilin varlığıyla beraberdir ki insanoğlu doğada doğal olarak
var olmayan şeyleri varlık alanına çıkarma imkânı bulmuştur.94 Velhasıl dil-
düşünce ve varlık arasındaki irtibat devam ede geliyor. Buradan hareketle
düşüncenin ve dilin gelişiminin birbiriyle paralellikler arz eden iki süreç olduğunu
düşünebiliriz.
93 Zümrüdü Anka kuşunun buna ters bir örnek olduğu düşünülmemelidir. Zira bu da, varolanların
bilgisinden hareketle hayâlde oluşturulmuş bir varlıktır.
94 Neo-Pozitivist felsefe doğada varolmayan şeylerin varlıkları olmadığını, metafizik varlıklara
ilişkin söylemlerin saçmalık olduğunu dile getirmişlerdir. Bkz. Alfred Jules Ayer, Dil, Doğruluk ve
Mantık, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Metis Yayınları, İstanbul 1998, s. 11 vd.
95 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 138.
33
birikimine sahip olmak demektir.96
Dilerin oluşumu sorununu ele aldık. Bundan sonraki iki başlıkta ise küllî
ve cüzî kavramların oluşumu ve dillerin zaman içerisinde geçirdikleri bazı farklı
evrelerin tezâhürlerini irdeleyeceğiz. Bu konularla ilgili ayrı başlıklar açmamızın
nedeni, bu konuların ileride inceleyeceğimiz konulara ön-hazırlık teşkil edeceğini
düşünmemizdir.
34
şekillerde sınıflandırır. Benzer duyusallar tek bir kavramda ifâdesini bulur ki
bunlar küllî lafızlardır, tek tek şeylere delâlet eden lafızlar ise cüzî lafızlardır.97
Tümel lafızlar cinslere ve türlere delâlet eden lafızlardır.98 Küllî kavram dış
dünyada karşılaşılan benzer şeylerin anlaşılmasını da sağlar. Küllî lafızların
yanında bir de birden çok şeye ortak sıfat olmayan, sadece tek bir duyulurun
anlamına delâlet eden lafızlar vardır ki bunlar da tekiller (a’yân-eşhâs) olarak
isimlendirilirler. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz. Mesela insan ve at kavramları
küllî kavramlardır.99 Ancak Zeyd, ya da Ahmet ise cüzîdirler. Yine “elma” küllî iken,
şu an elimizde olan “şu elma” cüzîdir. İlerde burhânî epistemoloji konusunda
tasavvur kısmında daha ayrıntı bir şekilde ele alacağımız gibi Fârâbî’ye göre faal
akıl sayesinde bilkuvve akıl düzeyinden bilfiil akıl düzeyine geçeriz. Böylelikle
bilgisini elde ettiğimiz tek tek şeyleri külli kavramlar şekline dönüştürmeye
başlarız. Bu kavramlar insanoğlunun düşünmeye ve düşündüğünü ifâde etmeye
başladığı zamanlardan bu yana oluşmaktadır.
97 Fârâbî, “Îsâgûcî ey el-Medhal”, el-Mantık ‘inde’l-Fârâbî 1, thk. Refîk el-Acem, Dâru’l-Maşrık, Beyrut
t.y., s. 75. Krş. “Bir çok tikel bir çok ortak ada sahip olduklarında, onların aynı ideaya (form-tümel)
sahip olduklarını varsayarız.” Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul 2001, 596a.
98 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 139. Cins ve tür konusunun ele alındığı temel metnin isagojiler olduğunu
biliyoruz. İsagoji yazma geleneğine Fârâbî de katılmış ve kısa bir isagoji kaleme almıştır. Bu
anlamda tümel kavramların içlem-kaplam ilişkisi içerisinde birbirleri ile nasıl bir iritbat halinde
olduklarını anlamak için Fârâbî’nin isagojisini dikkate almamız gerekmektedir. Tezimizde burhânî
epistemolojiyi ele alacağımızı başlıkta tasavvur konusunu ele alırken bu kavramları daha ayrıntılı
olarak ele alacağız. Konu ile ilgili olarak şimdilik şu metinlere bakılabilir: Fârâbî, Îsâgûcî ey el-
Medhal, s. 75-87; “Mantıkta Kullanılan Lafızlar”, çev. Sadık Türker, Kutadgubilig, sy. 2, s. 139-150.
99 Fârâbî, Mantıkta Kullanılan Lafızlar, s. 139.
35
kavramlar aynı arazları taşıdıklarında aynı şekilde bu kavrama da eklenecektir.100
Başlangıçta tek bir anlama delâlet eden bazı lafızlar belli bir süre sonra
farklı anlamlara delâlet etmeye başlar. Yani tek bir lafız birden fazla anlama delâlet
eder hale gelir.102 Buradan anladığımız kadarıyla filozofa göre ilk lafızlar belli
anlamları ifâde için kullanılırken daha sonraları bazı lafızlar birden fazla anlamı
ifâde için kullanılmaya başlanmıştır. Bir diğer eserde filozofun eşsesli ve eşanlamlı
lafızlardan (el-elfâzu’l-muşterake) bahsederken konuyla ilişkili olarak anlamı
36
değişen lafızlardan (el-ismu’l-menkûl) da bahsettiğini ve bu lafızların zaman
içerisinde ilk anlamla irtibatlı olarak farklı anlamları ifâde için kullanılmaya
başlandığını dile getirmektedir. Bu lafızların zaman içerisinde oluşan özel
anlamları için terim anlamlar diyebiliriz. Fârâbî bunlara örnek olarak cins (el-cins),
tür (en-nev’), cevher (el-cevher), araz, (el-‘arad), namaz (as-salât), rukû (er-rukû’),
secde (es-sucûd) gibi lafızları vermektedir. Filozof eşsesli lafızlarla eşanlamlı
lafızların anlamı değişen lafızlardan farklı olduğunu söylemektedir. Buna göre fark;
eşanlamlı lafızlardaki birden fazla lafzın aynı anlama delâlet etmesi ile eşsesli
lafızlardaki birden fazla anlama delâlet etme durumunun aynı zamanlarda olması,
anlamı değişen lafızlardaki lafzın farklı anlamlara delâlet etmesi durumunun ise
farklı zamanlarda ortaya çıkıyor olmasıdır.103 Filozofun lafızların oluşumunu
anlatırken öncelikle her harfin ve lafzın belli anlamlara işâret ettiğini daha sonra
ise lafız-anlam ilişkisi hususunda farklı durumların ortaya çıktığını söylediğini
görmüştük. O halde, Fârâbî eşsesli ve eşanlamlı lafızların ilk zamanların ilerleyen
dönemlerinde ortaya çıktığını, anlamı değişen lafızların ise çok daha sonra
oluştuğunu düşünüyor şeklinde bir yorum ileri sürebiliriz.
Birden fazla anlama delâlet eden lafızlarla beraber bir de aynı anlama
delâlet eden farklı lafızlar vardır. Yani tek bir anlam birden fazla lafızla ifâde
edilir.104 Görüleceği üzere bu tür lafızlarda da netlik yoktur. Lafzın hangi anlama
delâlet ettiği tam olarak belli değildir.
37
olduğu gibi, bazı anlamları ifâde için de bazı lafızların birleştirilmesi
gerekmektedir. Böylelikle tek tek farklı anlamlara delâlet eden lafızlardan bazıları,
birleştirilerek farklı anlamlara yani birleşik anlamlara delâlet edecek şekilde
kullanılmaya başlanacaktır.105 Burada lafızlar ve delâlet ettikleri anlamlar arasında
bir mutâbakat vardır. Ancak buradaki anlam birden fazla lafızla ifâde edilmektedir.
Yine de anlamların nefislerdeki düzeni ile lafızların düzeninin örtüştüğü
görülmektedir.
38
Fârâbî bu süreçte kıyasa dayalı sanatlardan olan ancak bilimsel olmayan, fakat
bilimsel olan kıyâsî sanatın, burhânın-gerçek felsefi yöntemin, oluşumuna hizmet
edecek olan hatabî ve şiirsel sanatların yavaş yavaş oluşmaya başladığını
söylemektedir.107 Buradan da anlaşılacağı üzere insanlık ya da farklı toplumsal
yapılar göz önünde tutulduğunda doğal gelişimini sürdüren farklı toplumlar,
estetik ifâdeyi bilimsel ifâdeden önce kullanmaya başlamışlardır. Fârâbî hitâbet ve
şiir sanatını yaygın-genel sanatlar, yani herhangi bir bilim erbâbına has olmayan,
bütün insanlar için ortak olan sanatlar olarak nitelemektedir. Fârâbî’nin burhânî
yöntemi düşünüldüğünde bu doğrudur; ancak hitâbet ve şiirle uğraşan kişiler
toplumdaki pratik sanatlarla uğraşanlarla kıyaslandığında daha üstün, daha ince
zevkli velhasıl daha özel insanlardır diyebiliriz. Çünkü amelî sanatlar insanın
fiziksel varlığının devamı için gerekli olan yeme, içme ve barınma gibi temel
ihtiyaçları karşılamaya yöneliktir ve bu sanatların oluşumu dillerin ortaya çıkmaya
başladığı dönemler kadar geriye gider.
39
sanatlar aracılığıyla edinilen bilgiler, sanatın icrâsı esnasındaki fiil ve pratiklerin
devamlılığıyla ilgilidir. Yani bu sanatlarla ilgili bilgiler, fiillerin tekrarı
(muzâveletu’l-ef’âl) ve bu tekrarlarla kazanılan alışkanlıklar neticesinde
kazanılmaktadır. Bu sanatlarda burhânların kullanılması söz konusu değildir,109 bu
sanatlar daha çok toplumun bireylerini birbirine bağlamaya yaramaktadır. Sanat
erbâbları ile diğer insanlar arasındaki irtibat bu sâyede kurulabilmektedir.110
İnsan her şeyden önce yeme, içme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını
karşılamak durumundadır. Dolayısıyla ilk zamanların insanları şiir, edebiyat ve
felsefe gibi sanatlardan çok daha önceleri zorunlu ihtiyaçlarını giderebilecekleri
sanatları elde etmiş olacaklardır. Platon, “Ölümlü bir insanın bilge olabilmesi için
edinmek zorunda olduğu şeyler”in neler olduğunu araştırdığı Epinomis
diyaloğunda Fârâbî’nin kıyasa dayalı olmayan sanatlar şeklinde ifâde ettiği bu
sanatların en gerekli ve gerçekten en başta gelen sanatlar olduğunu
söylemektedir.111 Her ne kadar bazen kıyas kullanılarak yapılmış olsalar da asıl
amaçları yine pratik bir iş olan bu sanatların112 insanı gerçek anlamda mutluluğa
götürmek gibi bir amacı olamaz.113 Platon konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:
109 Bu anlamda amelî sanatların felsefenin ilgi alanı dışında bırakıldığı görülmektedir. Filozofumuz
amelî sanatlardan bahsederken, bilgisi fillerin tekrarına değil de bizzat bilginin kendisiyle elde
edilen sanatlardan bahsetmiştir. Bunlara örnek olarak da matematik ve fiziği göstermiştir. Bkz.
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 59, 75.
110 Fârâbî, Kitâb fi’l-Mantık: el-Hatâbe, thk. Muhammed Selîm Sâlim, Matba’atu Dâri’l-Kutub, Mısır
söyler. Fârâbî, Kitâbu’t-Tenbîh ‘alâ Sebîli’s-Sa’âde, s. 67; Felsefi konularda ise gerçekliğin bilgisine
ancak ve ancak mantık ile, ki bu burhâni yöntemi ifâde eder, ulaşılabilir. Fârâbî, et-Tavtıe fi’l-Mantık:
Mantığa Başlangıç, s. 23/29.
40
söylediklerine göre, bizi birbirimizi yemekten vazgeçirip hayvanları yemek
âdetini öğreten bilimi ele alalım… Her ne kadar yaşamamıza yarayan arpa unu
ile yulaf ununun yapılması güzel icatlarsa da tam manasıyla bir bilge meydana
getirmek için işe yaradıkları söylenemez; çünkü insanlar toprağı ekmeyi
sonradan öğrenmiş değillerdir. Bu daha çok, doğal bir şeydir, bir tanrı
vergisidir. Tıpkı bunun gibi, evlerin tertibi her türlü yapıcılık, bütün ev
eşyasının yapılması, demircilik, doğramacılık, kalıpçılık, dokumacılık ve
aletlerin yapılması için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bütün bu işler faydalıdır ama
erdem bakımından hiç değerleri yoktur.114
41
1.7. YAYGIN KIYÂSÎ SANATLAR: HİTÂBET VE ŞİİRİN OLUŞUMU
açıklaması için de yine şu kısımlara bakılabilir: et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 60; Kitâbu Îsâgûcî ey
el-Medhal, s. 75. Aslında metnin beş küllî kısmı da zaten doğrudan bu kavramlarla ilgilidir.
120 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 131-2. Ali Durusoy da Fârâbî’ye göre gerçek felsefî yöntemin üç aşamalı
bir süreçten geçtiğini belirtmiştir. Buna göre hazırlık aşamalarının ardından dil ile düşüncenin
ayrıştırılamadığı, dolayısıyla da dilbilimin felsefe yapmak için kullanıldığı ve toplumda birbiriyle
42
Fârâbî, bu sanatlarla uğraşan kişilerin toplumun diğer fertlerine kıyasla
daha özel insanlar olarak nitelendirilebileceklerini söylemekle beraber aslında
onların yine halktan olduklarını belirtmiştir. Filozof bunu bir örnekle îzâh etmeye
çalışmıştır. Buna göre çiftçilikle uğraşan insanların başlarında onları yöneten birisi
bulunmaktadır. Ancak yaptıkları iş ve işi yapmaktaki amaçları açısından aralarında
ciddî bir fark yoktur. Dolayısıyla çiftçilerin başındaki kişi yine onlardandır, yani
çiftçidir.121 Ancak ileride bahsedeceğimiz üzere burhânî yöntemin sâhibi her
anlamda diğer insanlardan üstün olarak nitelenecektir. Er-reîsu’l-evvel, el-
mevcûdu’l-evvel’in ay-altı dünyadaki yansıması olarak karşımıza çıkacak ve diğer
insan gruplarının yöneticisi, mutlak bir bilge olacaktır.
çelişen felsefî görüşlerin ortaya çıktığı bir dönemden bahsedilmektedir. Bu dönem sofistik
yöntemin dönemidir. Ardından düşünce ile varlığın birbirinden ayrışamadığı bir yöntem
kullanılmaya başlanmıştır ki bu yöntem de cedeldir ve dönem cedelin dönemidir. Üçüncü dönem ise
gerçek felsefî yöntem olan burhânî yöntemin dönemidir. Böylelikle dil düşünce ve varlık
birbirinden ayrılmış ve gerçek anlamda bir felsefî araştırma sürecine girilmiştir. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Ali Durusoy, “Fârâbî’de Bilim Felsefe ve Mille Bağlamında Mantık”, s. 73-4.
121 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 149.
122 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 142; el-Hatâbe, s. 21.
123 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 142.
124 Filozof burada hitâbet ile şiirin karışımından bahsediyor. Ancak diğer bazı eserlerinde de
43
ise şiir sanatı hitâbetten ayrılarak kendi kimliğini bulmaya başlamıştır.
125 Fârâbî bu yöntemin belli bir zaman sonra aşılacağını söylemektedir. Tezimizin ilerleyen
kısımlarında detaylı olarak incelemeye çalışacağımız bu yöntemler açısından bakılacak olursa
hitâbet sanatı için kullandığımız bu tanımlamalar daha güzel anlaşılabilir. Fârâbî, el-Hatâbe, s. 25;
Kitâbu’l-Hurûf, s. 151. İkinci Analitikler’in ilk yazarı Aristoteles de bu sanatın bilim olmadığını ifâde
etmektedir. Ona göre retorik, mantık bilimiyle politikanın etik dalının birleşimidir. Yani sadece
işlevseldir. Aristoteles, Retorik, çev. Mehmet H. Doğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2004, s. 46.
126 Filozofumuz bu yöntemin zamansal açıdan bakıldığında tarihte ortaya çıkan ilk düşünsel yöntem
olduğunu söylemektedir. Buradan hareketle bu yöntemin ortaya çıktığı zaman açısından gerçek bir
yöntem olduğu sonucuna vardık. Bizce Fârâbî de dönemin insanlarının hatabî yolları kullandıklarını
söylerken aslında bunun farkındaydı. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 151.
44
bir yöntem olan hitâbet yöntemi belli bir sürenin ardından daha belirgin “düşünme
alanları”nın ortaya çıkmasına önayak olabilecek midir? Filozofumuz bunlarla ilgili
olarak ilginç bir tablo çizmektedir. Buna göre bahsettiğimiz aşamalardan geçmiş
olan bu toplumsal grubun bazı üyelerinin dünyadaki duyulur şeyler üzerine
düşünmeye ve gökyüzüne baktıklarında karşılarına çıkan varlıkların sebeplerini
sorgulamaya başladıklarını görüyoruz. Bunların yanında amelî sanatların
oluşumuyla beraber de bazı şeyler birer “düşünsel sorun” haline gelmeye
başlamıştır. Fârâbî bunları “şekiller”, “sayılar”, “aynalarda yansıyan görüntüler”,
“renkler” ve “bunların dışındaki şeyler” şeklinde sıralamaktadır. Bu sorunlar, daha
sonraları nazarî felsefenin birer kısmı olarak ele alınacak olan matematik ve fiziğin
ele aldığı sorunlardır.127 Böylelikle görülen odur ki, ilk dönem toplumlarında
kullanılan ilk düşünsel yöntem olan hitâbet, genel anlamda hayatta karşılaşılan her
türlü durumla,128 özel anlamda da ortaya çıkan ilk nazarî bilimler olan matematik
ve fizik konularıyla ilgili olarak kullanılmıştır. Kısaca söylemek gerekirse Fârâbî’ye
göre ilk dönem insanlarının sahip oldukları ilk düşünsel yöntem “hitâbet
sanatı” iken, bu yöntem kullanılarak üzerinde düşünülen ilk nazarî sorunlar da
“matematik ve fiziğe” dâir olan sorunlardır.
127 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 151; el-Hatâbe, s. 23. Filozofumuz başka bir eserinde bu bilimleri ve
bunların konularını ayrıntılı olarak incelemiştir. Buradan hareketle ilk insanların yeryüzündeki
duyusallarla ilgili olarak sormaya başladıkları sorular fizik biliminin sorularıdır diyebiliriz. Zîrâ
Fârâbî fiziği (el-‘ilmu’t-tabî’î) “Cisimler ve cisimlerde tabiî olarak, insan iradesi karışmadan bulunan
her şey hakkındaki araştırma” şeklinde tanımlamaktadır. Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 59;
İlimlerin Sayımı, s. 83. İlk insanların gökyüzünde gördükleri şeylerle ilgili sorular da anlaşılacağı
üzere matematik biliminin bir kısmı olan astronominin (el-‘ilmu’n-nucûm) konusunu teşkil edecek
sorulardır. Filozofun, “şekiller”, “sayılar”, “aynalarda yansıyan görüntüler”, “renkler” ve “bunların
dışındaki şeyler” şeklinde sıraladığı sorunlar alanı da yine matematiğin konuları arasında ele
alınmaktadır. Ancak burada bahsettiğimiz matematik ve fizik bilimi hatabî yöntemlerle ortaya
konuluyorlardı. Filozofun bu ilimlerle ilgili geniş açıklamalarını İlimlerin Sayımı adlı eserinden
edinebiliriz. Ancak bu eserde ele alınan konular burhân sanatı ile ilişkilendirilerek anlatılmıştır.
Bkz. Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 70-82.
128 Filozofumuz çoğunluk için ortak olan yolları kullanan bu sanatın her tür konuda halkın
tamamını iknâ edebildiğini söylemektedir. Bu anlamda Fârâbî, ilk dönem toplumları arasındaki bazı
insanların bu yöntemi belli bazı sanatların o sanatla ilgilenmeyen diğer insanlara anlatılması
esnasında kullandığını söylemektedir. Fârâbî, el-Hatâbe, s. 25.
45
insanlara aktarılmasında da kullanılıyordu.129 Dolayısıyla bu yöntem ilk
toplumlardaki bilimsel düşüncenin insanlar arasında yaygınlaşması açısından da
çok önemliydi. Filozof ilk dönem düşünürlerini şöylece tasvir ediyor:
Filozofumuz bu konuyla ilgili olarak da müstakil bir eser kaleme almıştır. Fârâbî, “Kitâbu
Kâtâgûriyâs ey el-Mekûlât”, el-Mantık ‘inde’l-Fârâbî 1, thk. Refîk el-Acem, Dâru’l-Maşrık, Beyrut t.y.,
s. 89-131. Filozofumuzun burada hitâbet sanatını, “on kategorinin her biri ile ilgili olarak iknâ
oluşturmak olan kıyâsî sanat” şeklinde tanımlamasının nedenini anlamak zor değildir. Zîrâ o, diğer
eserlerinde de belirtiği üzere kıyası oluşturan matlup ve öncüllerin konu ve yüklemlerinin bu on
kategoriden bağımsız olamayacağını belirtmektedir. Yani öncül ve matlupların konu ve yüklemleri
birer kategorinin altına girmektedir. Hitâbet sanatı da kıyaslar kurularak icrâ edilen bir sanattır.
Ancak bu sanatta kurulan kıyasların öncüllerinin konu ve yüklemlerini oluşturan kategorilerle ilgili
olarak iknâ esas alınır. İknâ da hitâbet sanatının kendine özgü olan amacını ifâde eder. Bkz. Fârâbî,
“Kitâbu’l-Cedel”, el-Mantık ‘inde’l-Fârâbî 3, thk. Refîk el-Acem, Dâru’l-Maşrık, Beyrut 1986, s. 94-5.
Kategorilerle ilgili kısa bilgi için yine bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 62.
46
cins) ilgili olarak oluşan kanaat hitâbet sanatının en temel amacıdır. 132
Hitâbetle ilgili sözler, herhangi bir düşünce ile ilgili olarak insanı iknâ
etmeye, zihnini kendisine söylenen bir şeyi kabul etmeye ve ister zayıf, ister
güçlü bir şekilde olsun onu tasdik etmeye yöneltmeye yarayan sözlerdir.133
Ve bazı tasdikler de (ve minhu et-tasdîk), bir şeye (karşı) nefis sükûnu
olarak isimlendirilen tasdiklerdir. İşte bunlar yakînden en uzak olanlardır… Bir
şeye karşı olarak nefsin sükûn bulması da belâgî tasdiktir.136
Retorik, belli bir durumda, elde var olan inandırma yollarını kullanma yetisi
olarak tanımlanabilir. Bu, başka herhangi bir sanatın işlevi değildir. Bunun
dışındaki her sanat kendi konusuna değin öğretim ya da inandırmada
bulunabilir; örneğin tıp, sağlığın ve sağlıksızlığın ne olduğunu; geometri,
oylumların özellikleri; aritmetik, sayılar üzerinde; aynı şey diğer sanat ve
bilimler için de geçerlidir. Fakat biz retoriğe, bize sunulan hemen hemen her
konu üzerinde inandırma yollarını kullanma gücü olarak bakıyoruz; işte bunun
için de, teknik karakteriyle, onun herhangi bir özel ya da kesin bir konu sınıfı ile
ilişkili olmadığını söylüyoruz.137
132 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 7. Ayrıca hitâbet hakkında genel bilgi için bkz. Mehmet Vural, İslam Felsefesi
Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara 2003, s. 170-1; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 221-31;
Muhammed Rızâ el-Muzaffer, el-Mantık, İntişârât İsmâ’iliyyân, İran 1415, s. 337-354.
133 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 64, 67.
134 Fârâbî, Fusûlu’l-Medenî, s. 83.
135 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 57.
136 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 20.
137 Aristoteles, Retorik, s. 37.
47
sanatı, üzerinde düşünülen herhangi bir konu ile ilgili olarak, insanların
zihinlerinde belli bir kanaat oluşturulmayı (nefis sükûnu) hedefleyen kıyasa dayalı
bir sanattır.” Yapmaya çalıştığımız bu tanımlamada hitâbetin; her konuda
kullanılabilen, kıyasa dayalı olan ve dinleyenleri iknâ etmeyi hedefleyen bir sanat
olduğunu ortaya koymuş olduk.
48
ortaktırlar. Yani bu iki kavram, görüşün türleridir.141 Şimdi de görüşün bir türü
olan zannı tanımlayalım: “Zan, bir şeyle ilgili olarak, o şöyledir ya da değildir
şeklindeki bir inanca sahip olmaktır. Ancak hakkında inanılan şeyin, o şeyin
zâtındaki varlığına hilâfı mümkündür.”142 Zannı yakînden ayıran faslı da bu son
söylediğimizdir. Yani inanç ile, kendisine inanılan şeyin zâtındaki varlığı arasında
bir uyum varsa bu bir kesinlik (yakîn) ifâde eder. Şayet inancın, inanılan şeyin
kendinde varlığına aykırı olma ihtimali varsa bu da zandır.143
141 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 9. Kendi döneminde kullanılan felsefî kavramları açıklamak amaçlı bir risâle
yazmış olan Kindî , “görüşü (er-ra’y)” zannın devam etmesi durumu olarak görmektedir. Bkz. Kindî,
Felsefî Risâleler, çev. Mahmut Kaya, İz Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 61.
142 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 8.
143 Yine aynı konuyla ilgili olarak şu metinlere de bkz. Fârâbî, Kesin Bilginin Şartları, s. 55; Kitâbu’l-
Burhân, s. 20. Bu kavramlarla ilgili olarak Kindî’nin tariflerine de bakılabilir. Kindî, Felsefî Risâleler,
s. 64.
144 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 10. Filozofumuz mümkün ve zorunlu kavramları ile ilgili detaylı açıklamalar
yapmaktadır. Biz konumuz gereği bunlara çok kısaca değinerek geçtik. Konuyla ilgili olarak ayrıntılı
bilgi için işâret ettiğimiz kaynağa bakılabilir.
145 Bu kısımları anlatırken daha çok el-Hatâbe’yi göz önünde bulundurduk. Filozof Kitâbu’l-
Burhân’da nefis sükûnu oluşturan tasdik türüne değinirken, bu tasdik türünde karşıtın fark
edilmesinin ve yine karşıt hakkında düşünmenin mümkün olduğunu belirtmektedir. Fârâbî,
Kitâbu’l-Burhân, s. 20-2.
49
beraber yaşadığı ya da kendisinden sonra yaşamış olan başka bir insan ya da
insanlar bu karşıtın farkına varabilir. Bu durum toplumlar için de geçerlidir. 146
50
(raybe) ve şüpheyle karışık bir hayret (nehme) olmaktadır. Derin şüphe (eş-şekk)
ise, güvenilirlik bakımından eşit iki şeyden karşıt iki zan arasında kalmaktır. Derin
şüphe zanna dayalı sanatlarda, şüphe ve hayret ise ilimlerde kullanılabilir.150
51
sâmi’ûn)” başlığı altında incelediği konular zaten bunları imlemektedir.153
153 Bazı mantık kitaplarında hitâbetin unsurlarının üçe ayrılarak incelendiğini görmekteyiz. Bu
unsurlar konuşan, konuşulan söz ve dinleyiciden oluşmaktadır. Dinleyiciler ise muhatap, tartışmacı
(en-nazâra) ve hâkimdir. Muhammed Rızâ el-Muzaffer, el-Mantık, s. 348; Emiroğlu hitâbetin
unsurlarını temel unsurlar ve yardımcı unsurlar olmak üzere ikiye ayırmıştır. Buna göre temel
unsurlar, hatip, hitap ve muhataptır. Yardımcı unsurlar ise, konuşma tarzı, hareketler ve dış
görünüştür. Bkz. İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 226. Aristoteles bu sanatın unsurlarını
konuşmacı, dinleyici ve hakkında konuşulan konu şeklinde ifâde etmiştir: Aristoteles, Retorik, s. 43;
Bu başlık üzerindeki anlaşmazlığın sebebi Aristoteles tarafından ifâde edilen hususların Fârâbî, İbn
Sînâ ve İbn Rüşd’e göre farklı anlaşılmasıdır diyebiliriz. Konuyla ilgili olarak Fârâbî’nin el-
Hatâbe’sinin muhakkikinin açıklamalarına bakılabilir. Fârâbî, el-Hatâbe, s. 28, 2 numaralı dipnot.
154 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 28.
155 Filozof yukarda da belirttiğimiz üzere hitâbetçiyi anlatmak için ayrı bir başlık açmamıştır. Buna
karşın aslında dinleyenlerin tanımlandığı satırlardan açıkça anlaşılan odur ki tartışma anındaki
belirleyici rol hitâbetçiye aittir. Bunu el-Hatâbe’nin her satırında sezeriz.
52
konuşulanları kendisine hoş geldiği için dinleyebileceği gibi birbirine karşıt iki
sözden daha üstün olanı kabul etmek için de dinleyebilir.156
el-Mantık, s. 341; Zeynuddîn Ömer bin Sehlân es-Sâvî, el-Basâiru’n-Nâsıriyye fî ‘ilmi’l-Mantık, thk.
Hasan el-Merâgî, Tahran 1383, s. 390; Ahmet Cevdet Paşa, Mi’yar-ı Sedat ve Adab-ı Sedat, s. 135;
Necati Öner, Klasik Mantık, s. 188.
53
Hatâbe’de bu sanatta kullanılan öncüllerle ilgili olarak çok net bir kavram
kullanmaz. Bunun için diğer eserlerine bakmamız gerekiyor. Filozof Kitâbu’l-
Cedel’de makbûlât kavramını, “insanın kendi basîretinin olmadığı, fakat sadece
başkasını vekil edindiği ve başkasından öğrendiği şeyleri kabul ederek onun
hakkında hüsnü zan beslediği görüşler” şeklinde ifâde etmektedir. Fârâbî bu tür
öncüllerin bilimsel olarak nitelendirilemeyeceğini söylemektedir. Filozofumuz yine
aynı eserde, el-Hatâbe’de kullandığı bir kavrama, yaygın genel görüş (badi’u’r-
ra’yi’ş-şâi’) kavramına göndermede bulunmaktadır.160 Makbûl görüş (er-ra’yu’l-
makbûl), insanın kendi basîretinin olmadığı ve fakat sadece başka birini ya da
topluluğu vekil edinerek ve onlara güvenerek elde ettiği görüşlerdir.161 Bu
görüşler nefis sükûnu sağlar, böylelikle sıradan insanların anlam ve inanç
ihtiyaçlarını karşılamış olurlar.162 Filozofumuz bu sanatta kullanılan öncülleri
anlatırken el-Hatâbe adlı yapıtında Kitâbu’l-Cedel’de de kullandığı genel ifâdeleri
kullanmış ve bu öncüllerin çoğunluğun geçmiş ortak görüşü nezdinde (er-ra’yu’s-
sâbıku’l-muşterak li’l-cemî’) meşhûr (el-meşhûr) olması gerektiğini belirtmiştir.163
54
değerlendirilmektedir. Bundan dolayı yaygın bir sanat olan hitâbet sanatı her
zaman halkın doğrularını baz alır ve ona göre hareket eder.
55
kanıtlama biçimleri sadece bunları tamamlayıcı-destekleyici mâhiyettedir. Hitâbet
sanatı bu tamamlayıcılar olmadan, sadece örtük tasım ve örnekle de icrâ edilebilir.
Nitekim filozofumuz, Aristoteles’ten yaptığı bir alıntıya dayanarak hitâbetçilerden
oluşan bir topluluğun bu sanatta örtük tasım ve örnekten başka bir şey
kullanmama kararı aldıklarını haber vermektedir.169
hatabî bazısınınsa ilmî olduğunu söylemiştir. İlmî olan temsil ancak küllî mânânın anlatılması ve
nefiste bir tasavvurunun oluşturulması amacıyla kullanılır. Buradan hareketle tekrarlayacak
56
Böylelikle bilinen bir şeyden hareketle bilinmeyenin bilgisi elde edilmiş olur.
olursak temsil, hitâbet sanatına has bir kanıtlama türüdür diyebiliriz. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s.
102.
176 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 40.
177 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 32.
178 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 33.
57
başvurulan önemli yöntemlerden birisidir.179
be) Bahis ve anlaşma ile tehdit: Rakîbi bahse davet ederek tehdit etmek de
hitâbette kullanılan tamamlayıcı nitelikteki kanıtlamalardan biridir. Galenus
sinirlerin başlangıcının kalpte olduğunu iddiâ eden kişiyi on dinar karşılığında
bahse girmeye çağırmıştır.182
58
fikrin doğruluğunu yemin ederek desteklemeye çalışmak gerekir.184 Çünkü yemin,
halk arasında önemli bir şey olarak görülür. Yemin, söylenilen sözü teyit eder,
karşısavı çürütme hususunda da konuşmacıya yardımcı olur.
Fârâbî bu yardımcı kanıtlama biçimlerini geniş bir şekilde ele almıştır. Biz
burada bunlardan önemli gördüklerimizi zikretmeyi uygun bulduk. Filozofun uzun
uzadıya anlattığı bu yöntemler örtük tasım ve örnekle beraber kullanılmalıdırlar.
Böylelikle savunulan görüş insanlar nezdinde hem daha anlaşılır hem de daha
makbul gözükür. Örtük tasım ve örnek olmaksızın bunlar pek bir anlam ifâde
etmemektedir. Kısacası hitâbet sanatının en önemli kanıtlama biçimi örtük tasım,
ondan sonra da örnektir. Diğer kanıtlama biçimleri sadece bunları destekleyici
mahiyettedir, yoksa asıl kanıtlama biçimleri değildir.185
59
aracılığıyla elde edildiği bir sanat olma özelliğidir. Şimdi ise bu sanatı burhân
sanatının keşfinden sonra edineceği anlam açısından ele almaya çalışacağız.
186 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 57; İlimlerin Sayımı, s. 62; Aklın Anlamları, s. 129.
187 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 151; El-Hatâbe, s. 22; Mutluluğun Kazanılması, s. 96.
188 Bu sanat Aristoteles’ten önce de incelenmiştir. Nitekim ilk defa parayla hitâbet dersleri vermiş
olan ve bu konuda bir kitap yazmış olan kişi Sicilyalı Koraks (M.Ö. V. Yüzyıl) olmuştur. Ardından
onun bir öğrencisi olan Tisias da bu sanata dâir bir eser kaleme almıştır. Konuyla ilgili olarak bkz.
Mahmut Kaya, “Hitâbet”, DİA, c. 21, s. 156-7.
189 Biz bu alıntıyı Pilip Parameshwar Gaonkar’dan yaptık. O da alıntıyla ilgili olarak başka bir metne
referansta bulunmuştur. Ayrıntılı bilgi işâret edeceğimiz metinden edinilebilir. Pilip Parameshwar
Gaonkar, “İnsan Bilimlerinde Retoriğe Dönüş Üzerine Düşünceler”, Retorik, Hermeneutik ve Sosyal
Bilimler, der. ve çev. Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002, s. 198.
60
filozofların burhânî yönteme dayalı olarak elde ettikleri bilgilerin topluma
yansımasını sağlayacak sanatlardan biri olarak değerlendirir. Uzun yıllar
“sanatların fahişesi” diye tanımlanan ve sürekli aşağılanan bu sanat,190 Fârâbî
açısından bakıldığında farklı toplumsal grupların eğitiminde kullanılması gereken
bir sanat olarak karşımıza çıkmaktadır.191 Görüldüğü gibi filozofumuza göre bu
sanat felsefe için zararlı değil, faydalı bir sanattır. Fârâbî, konu hakkında şunları
dile getirmektedir:
Milletler ve şehirleri kendi istekleri ile eğitmek üzere kullanılan diğer grup,
akılsal erdemlere ve sanatlara sahip olan insanlardan meydana gelir. Çünkü
hükümdarın bilgileri kesin ispatlarla elde edilmiş nazarî, akılsal şeylere
başvurma, onların her biri ile ilgili olarak mümkün olan iknaî yöntemleri arama
ve her biri için kullanılabilecek bütün iknâ yöntemlerini araştırma ihtiyacı
içinde olduğu açıktır. (O, özel durumlarla ilgili ikna etme gücüne sahip olduğu
için bunu yapabilir). Bundan sonra o, bu aynı, son derece nazarî nesnelere
yönelmeli, onların misallerini elde etmelidir. O, bu misallerin bütün milletler
için ortak olarak nazarî şeylerin hayalleri olmalarını meydana getirecek şeyleri
yapmak, bu sûretle ikna yöntemlerine onların kabul edilmelerini sağlayacak
misalleri vermek ve böylece bütün şehir ve milletlerin paylaşacağı misaller ve
ikna yöntemlerini meydana getirmeye çalışmak zorundadır… Milletler ve
şehirlerde bu tür fiillere yönelme azmini uyandıracak siyasi hitâbet
yöntemlerini bulmalıdır.192
190 Michael Calvin McGee-John L. Lyne, “Bilgi İddialarını Retorik Açıdan Ele Almanın Bazı Unsurları”,
Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler, s. 233.
191 Filozofumuz, bu anlamda hitâbet sanatının önemine değinirken cedel sanatını da zikretmekte ve
bu iki sanatı toplumun eğitimi açısından çok önemli görmektedir. Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 60.
192 Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, s. 82-3.
193 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 62-5.
61
sağlanmasını sağlayan bu sanatın kendine has bir konusu yoktur. Bu sanat
Aristoteles için olduğu gibi Fârâbî açısından da bilgiye zeyldir:
Retoriğin, yani belirli bir davada ikna etmenin uygun araçlarını keşfetme
sanatının (Aristoteles) bilginin üretimiyle ilişkili herhangi bir özelliği var mıdır?
Eğer yoksa, Sokrates, Platon ve Aristoteles’in varsayıyor göründükleri üzere, o
zaman biz de Heidegger’in şairler hakkında sorduğu gibi, şu soruyu
yöneltebiliriz: Retorisyenler neye yarar?
1.7.2. İkinci Olarak Ortaya Çıkan Kıyâsî Sanat: Şiir Sanatının Oluşumu
194 Pilip Parameshwar Gaonkar, “İnsan Bilimlerinde Retoriğe Dönüş Üzerine Düşünceler”, s. 195.
62
değerleri açısından baktığımızda ise hitâbetin eşit derecede doğru ve yanlış, şiirin
tamamen yanlış, sofistiğin ise tamamen yanlış bir beyan ortaya koyduğunu
görmekteyiz.195 Böylelikle en mükemmele ulaşılırken karmaşık dönemler
atlatılmış olmaktadır.
Klasik Mantığa Giriş, s. 232; Sa’îd Zâyed, el-Fârâbî, Dâru’l-Meârif, Kâhire t.y., s. 35-6.
63
1.7.2.1. Ortaya Çıktığı Zaman Açısından Şiirin Epistemolojik Değeri:
Belirsiz Konular Üzerine Şiirsel Söylevler
197 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 56; İlimlerin Sayımı, s. 62.
198 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 142.
199 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 87.
64
anlatılarımızı belki biraz daha somutlaştırabiliriz:
200Walther Kranz, Antik Felsefe, çev. Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1994, s. 1.
201Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 151; el-Hatâbe, s. 22; Mutluluğun Kazanılması, 96.
202 Yukarıda da değindiğimiz üzere filozof hitâbet sanatında kullanılan tamamlayıcı nitelikteki
kanıtlama biçimlerini anlatırken defalarca Galenus’dan örnekler vermiştir. Bkz. Fârâbî, el-Hatâbe, s.
32-8. Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita ve Kitâbu’l-Cedel’de yapılan atıflar için tezimizdeki 2.1.1.3. ve
2.1.2.6. numaralı başlıklara bakılabilir.
65
meselesini tartışırken Homeros’un şiirdeki kabiliyetinden bahsetmiştir. Ancak ona
göre mantık bilimini sistemleştiren kişi Aristoteles’tir. Ondan önceki çalışmalar
Kitâbu’l-Hurûf’ta da bahsedildiği gibi mantıkla ilgili ilk sistemsiz ve düzensiz
tecrübelerdir.203 Zîrâ Aristoteles de Poetika’da şiir sanatını Homeros’a ve daha
birçok ozana göndermeler yaparak anlatır.
Şiirsel sözler, üzerinde konuşulan konuda her hangi bir durumu veya şeyi
daha üstün veya daha alçak zannettirmeye yarayan şeylerden meydana gelen
sözlerdir. Bu da güzellik ve çirkinlik, yükseklik veya alçaklık veya bunlara
benzeyen başka bir bakımdan olur.204
Şiirli söz söylemede (el-muhâtaba eş-şiiriyye) ise, bir şeyin sözle anlatılması
ve hayalde canlandırılması istenir.205
203 Fârâbî, Mantıkta Kullanılan Lafızlar, s. 171. Eserin Arapçası için bkz. el-Elfâzu’l-Musta’mele fi’l-
Mantık, thk. Muhsin Mehdi, el-Mektebetu’z-Zehrâ, Beyrut 1404, s. 110.
204 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 64.
205 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 57.
206 Tercümede bazı değişiklikler yaptık. Fârâbî, Şiir Sanatının Kanunları, s. 84.
66
türü öncüllerden207 kurulan kıyaslar aracılığıyla o şeyin bir taklîdinin dinleyen
kişilerin zihinlerinde canlandırılmasına yarayan kıyasa dayalı bir sanattır.”
Kıyasla yapılan beş sanattan biri olan şiir sanatı öncülleri açısından diğer
sanatlardan farklıdır. Bu sanatta kullanılan öncüller muhayyelât türündendirler. 211
Muhayyelâttan oluşan öncülleri nasıl anlayabiliriz? Burada sözü Eş-Şeyhu’r-Reîs
207 İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 237; Muhammed Rızâ el-Muzaffer, el-Mantık, s. 378-81.
208 Aristoteles, Poetika, çev. Samih Rifat, Küçük Kitaplar, İstanbul 2003, s. 25.
209 Mehmet Bayraktar, “Fârâbî’nin Şiir Sanatının Kanunları Adlı Risâlesi”, s. 92.
210 Aristoteles, Poetika, s. 37.
211 Muhammed Rızâ el-Muzaffer, el-Mantık, 378-81; İbrahim Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s. 127;
Ömer bin Sehlân es-Sâvî, el-Basâiru’n-Nâsıriyye fî ‘İlmi’l-Mantık, s. 390; Ahmet Cevdet Paşa, Mi’yar-ı
Sedat ve Adab-ı Sedat, s. 135; Necâti Öner, Klasik Mantık, s. 188.
67
İbn Sînâ’ya (980-1037) verelim. İbn Sinâ muhayyelât türü öncülleri şöyle açıklıyor:
Muhayyelât, tasdik amaçlı olarak değil de, taklit yoluyla bir şeyi başka bir
şey olarak zihinde canlandırmak amaçlı olarak söylenen öncüllerdir. O şeyi
çoğunlukla nefsin bir şeyden uzaklaştırılması ya da o şeye karşı bir isteğin
oluşması takip eder. Yani (nefsi) tutmak ya da (bir şeye karşı) açmak. Mesela
balı acı bir şeye benzetmemizde olduğu gibi. Doğa (insan doğası) ondan nefret
eder. İhtiyatsızlığı cesarete ya da korkaklığı ihtiyata benzetmemiz de böyledir.
Doğa (insan doğası) buna karşı istek duyar.212
212 İbn Sînâ, Kitâbu’n-Necât, thk. Mâcit Fahrî, Menşûrâtu Dâri’l-Âfâki’l-Cedîde, Beyrut 1985, s. 101.
Yine benzer bir açıklama için bkz. Ömer bin Sehlân es-Sâvî,el-Basâiru’n-Nâsıriyye fî ‘İlmi’l-Mantık, s.
385.
213 Fârâbî, Makâle fî Kavânîni Sınâ’ati’ş-Şu’arâ, s. 494.
68
üzerine yazdığı eserinde de aynı tavrı sergileyen filozof şiir türlerinden
bahsederken Arap ve Fars şiirine de değinmiş; lakin bunları biliniyor kabul ettiği
için yeniden yazmaya gerek duymamıştır.214
b) Disiramb: Bu şiir türü trajedinin iki katı bir vezne sahiptir. Bu sanatta
güzel evrensel ahlak ele alınır. Disirambda herhangi bir kral ya da şahsın övülmesi
69
söz konusu değildir.221
c) Komedi: Yine özel bir vezinle oluşturulan bir şiir türü olan komedi
genellikle çirkin karakterlerin, iğrenç adetlerin ve bunun gibi daha birçok kötü
durumun ifâdesi için kullanılır. Bu şiir türüne bazen insanların ve büyük baş
hayvanların bir takım kötü niteliklerinin zikredildiği ilâve melodiler
sokuşturulduğu olur.222 Aristoteles komedinin ana çizgilerini belirleyen kişinin de
Homeros olduğunu belirtmekte ve onun Margites’ini örnek göstermektedir.223
d) İyâmbû: Bu şiir türünde ister iyi olsun ister kötü, atasözleri gibi sadece
ve sadece meşhûr olan sözler dile getirilir. Fârâbî’ye göre iyâmbû savaşlarda ve
üzüntü anlarında kullanılmaktaydı.224
e) Drama: Bu, neredeyse iyâmbû ile aynıdır. Ancak dramada meşhûr sözler
ve atasözleri, özel insanlar ile ilgili olarak zikredilir.225
f) Aynî: Aşırı derecedeki neşeli, hayret verici ve dikkat çekici olan zevk
verici sözleri hatırlatan bir şiir türüdür. 226
i) Sathurhi: Fârâbî’ye göre bu şiir müzisyenlerce icâd edilmiş olan bir vezin
70
ile yazılmaktadır. Sathurhide şarkı söylemek sûretiyle hayvanların hareketlerini
taklit etmeleye çalışılır.229
1.7.2.6. Şâirler
Fârâbî için şiir sanatı her şeyden önce kıyasa dayalı bir sanattır. Bundan
dolayı diyebiliriz ki filozof açısından şiir sanatındaki mahâretin ölçüsü de
bahsettiğimiz türden kıyaslar kurabilme konusundaki yetkinlik düzeyi olmalıdır.
71
doğalarındaki yetenekle açıklanabilir. Bilişsel eksiklikleri sebebiyle şiirleri tam
anlamıyla mükemmeldir denilemez. Bu şâirler ancak gerçek anlamda kıyas
kurabilen ve şiir sanatının kurallarını ve inceliklerini iyi bilen şâirlerle aynı sanatla
uğraşmaları nedeniyle kıyas kuran şâir ismiyle nitelendirilirler.234
Filozofumuz ele alınan felsefî sorunlarda doğru ve kesin bir bilgi elde
edebilmek; yani burhân sanatının kurallarına göre hareket etmek gerektiğini
söylemektedir. Burhân sanatını bilmek pek tabiî ki kaçınılmazdır, zorunludur.
Fakat diğer dört sanatın da bilinmesi gerekmektedir. Bu dört sanatın kendine has
özellikleri bilindiği takdirde üzerinde düşünülen felsefe sorunlarında kesin bilgiye
ulaşılıp ulaşılmadığı daha kolay ve açık bir şekilde bilinmiş olacaktır. Bu anlamda
diğer üç sanat gibi şiir sanatının bilinmesi de burhân sanatının kurallarına uygun
felsefe yapma hususunda filozofa yardımcı olmaktadır.236 Böylelikle görülmektedir
ki, her ne kadar doğru bilgi ifâde etmiyor olsa da, şiir sanatının öğrenilmesi
felsefeciye dolaylı olarak yardımcı olmaktadır.
Şiir sanatının diğer bir faydası daha vardır. Filozof bu sayede hitap ettiği
insanları doğru olduğunu bildiği şeye yönlendirir. İfâde edilen bilginin doğru
olması burada çok fazla önemli değildir. Filozofumuz yukarıda İbn Sînâ’ya atıfla
72
ifâde etmeye çalıştığımız örneğe benzer bir örnek vererek konuyu daha anlaşılır
kılmaya çalışmıştır. Buna göre şiir sanatı aslında hoşlanmadığımız bir şeyi
zihnimizde hoş bir şekilde tasavvur etmemizi sağlar. Zihnimizde oluşan bu hoş
tasavvur neticesinde de o şeye karşı bir istek duymaya başlarız.
açısından ya da üzerinde düşünülen şey açısından. O, zannın karşıtının düşünen kişiden dolayı gizli
kaldığını belirtirken bu konulara da yer vermiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Fârâbî, el-Hatâbe, s. 13.
241 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 65.
73
Övülenlerden ilkini, düşünme yetisinin ıslâh edilmesi, fiil ve düşüncelerinin
mutluluğa yöneltilmesi; ilâhî şeylerin ve iyi fiillerin hayâle dayalı etkili kılınması;
fazîletlerin hayal gücüne dayanan bir etkisinin meydana getirilmesinde ve onları
tasvib etmede, kötü işleri ve eksiklikleri kötülemede ve onları küçük düşürmede
mükemmelliğin amaçlandığı hususlardır. İkincisi, öfke, kibir, zulüm, küstahlık,
şeref, tahakküm tutkusu ve hırs gibi nefse ârız olan şeylerin ıslah edilmesi ve
aşırılıktan çıkarılarak mûtedil bir hâle getirilmesi amaçlanan hususlardır.
Üçüncüsü ise kendisiyle, nefsin zaaf ve gevşeklikle ilgili arazlarının, yani şehvet, âdî
lezzetler, nefsin yanlışlık ve gevşekliği, merhamet, korku, endişe, keder,
mahcûbiyet, lüks, yumuşaklık ve benzerinin mûtedil bir hale gelinceye kadar
bastırılması aşırılıktan kurtarılarak düzeltilmesi amaçlanandır. Yergiye konu olan
üç tür, kısaca değinmiş olduğumuz bu övgüye değer üç türün zıddıdır. 242 Böylelikle
şâir, şiir sanatı aracılığıyla toplumun belli sınıflarını ahlâkî ve hukûkî açıdan
eğitir243 ve toplumsal düzenin sağlanmasına yardımcı olur.
Görüleceği üzere Fârâbî’nin burhânî bilgi temeli üzerinde inşa ettiği ideal
devleti, Platon’un devletinin aksine244 şâiri ve şiir sanatını korumakta ve ona
işlevsel-pedagojik bir değer biçmektedir.245
74
1.8. ELDE EDİLEN BİRİKİMİ KORUMAYA DAİR ÇABALAR: EZBERLEME,
DİL BİLİM VE YAZININ OLUŞUM EVRELERİ
75
örnekleri daha rahat kayıt altına alınmış olmaktadır.247 Böylelikle medeniyet
serüveninin en önemli îcatlarından biri olan yazı da bulunmuş olmaktadır. Fârâbî
yazının gelişiminin de belli bir süreç içerisinde gerçekleştiğini belirtmektedir. İlk
yazı örnekleri ilkel olmalıdır. Ancak belli bir zaman sonra yazı da olgun devresini
yaşamaya ve geçmiş milletlerin hafızası olmaya devam edecektir. İnsanlık sağlam
bir felsefî düşüncenin ilk basamaklarını böylelikle tırmanmış olmaktadır.
76
2. FELSEFÎ YÖNTEMİN OLUŞUM DÖNEMİ
YA DA HAKÎKATE GİDEN YOLUN FARKLI EVRELERİ
248 Burada yaptığımız açıklama Fârâbî’nin düşüncelerine dayanmaktadır. Çünkü Fârâbî’ye göre
olması gereken budur; yani felsefenin siyâsî belirleyiciliği altındaki toplumsal yapı. Bu toplum pek
tabiî ki onun fâzıl medinesinin ilk başkanının yönettiği toplum olabilir. İlk başkanın özellikleri için
bkz. Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, s. 86 vd.; Bu ise bir toplumun bahsettiğimiz süreçleri yaşamış olması
sonrasında olabilir ya da bu süreçleri yaşamış başka bir toplumun birikiminden yararlanması
sayesinde mümkündür. Çünkü her toplum bu süreçleri yaşamak zorunda değildir. Mesela Araplar
bu süreçleri tek tek yaşamış değillerdir. Onlar felsefeyi ve felsefî yöntemi Yunanlılardan almış olan
Süryânîlerden öğrenmişlerdir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 157-8; Mutluluğun Kazanılması, s. 88-9.
77
yardım edici, kurtarıcı, koruyucu ifâdelerde bulunmuşsa, o zaman bu, sağlıklılar
için olmuştur, yoksa hastaları hep daha da hasta etmiştir. Bir halk eğer
çözülmüş, bireyleri gevşek bağlarla bağlıysa, felsefenin bu bireyleri bütüne
yeniden bağladığı asla görülmemiştir. Biri çıkıp da dışarıda kalmak ve
çevresinde kendine yeterlilik duvarları örmeye niyetlendi mi, felsefe onu daha
da soyutlamaya ve soyutlama sayesinde mahvetmeye hep gönüllü olmuştur.
Felsefe nerede kendisine tam hakkı verilmezse orada tehlikelidir: ve bir halkın
(ama her halkın değil) yalnızca sağlığı, ona bu hakkı verir.249
Şimdiye kadarki süreç içerisinde kazanılmış olan her şey bundan sonraki
78
aşamaların zeminini oluşturmaktadır. Her bir aşama, kendisinden önceki aşamanın
kazanımlarının üzerine inşâ edilmekte ve bununla birlikte aynı zamanda bu
kazanımları kendi içerisinde yeniden anlamlandırmakta ve dönüştürmektedir.
Kıyasa dayalı sanatlardan ilk ikisi olan hitâbet ve şiir, varlığını dile borçludur. Bu
iki sanat dilin oluşumunun ardından gelmekte, dil sayesinde var olmakta, ancak
aynı zamanda da dilin varlığına katkıda bulunarak onu dönüştürmektedir. Yine
bunun gibi biraz sonra açıklamaya çalışacağımız sofistik felsefe de hitâbet ve şiirin
oluşumunun ardından ortaya çıkmıştır.253 Bu anlamda varlığını bu sanatlara
borçludur. Ancak bu sanatın kazanımlarını kendi içerisinde dönüştürmekte ve
kendi kişiliğini de ancak bu şekilde kazanmaktadır. Sofistik felsefenin ardından
gelecek olan cedelî felsefe de aynı şekilde sofistik felsefenin bir üst aşaması olacak
ve kendi varlığını, önceki kazanımları revize ederek kazanacaktır. Kısacası
Fârâbî’ye göre her bir aşama önceki bir aşamanın ürünüdür, varlığını ondan alır ve
daha sonraki aşamanın da alt basamağıdır, böylelikle de ona varlık verir. Yine
filozofun kavramlarıyla söyleyecek olursak, her bir aşama, kendinden sonraki
aşamanın maddesi olmakta ve onun sûretini elde etmesi hususunda ona yardım
etmektedir. En nihâî aşama olan burhânî felsefe ise bu durumda sûretlerin sûreti
olacak ve kendisinden sonraki aşama olan din ve fıkıh-kelamın bir maddesi
olmayacaktır. Aksine onları belirleyecek olan da burhânî felsefedir. Bütün bir tarih-
öncesi ve tarih, yani süreç, önceki ve sonraki süreçlerle sıkı bir ilişki içerisindedir.
Fârâbî süreçler arasındaki evrimsel süreci bir ağacın besininin meyvesini
öncelediğini örnek vererek somutlaştırmaktadır. Benzer bir örnekte de yine filozof,
bir ağacın meyve vermeden önce çiçek açtığını hatırlatmaktadır.254 Ağaç, topraktan
aldığı besinlerle büyür ve olgunlaşır. Meyve verme çağına geldiğinde belli bir
mevsimi bekler ve o mevsim geldiğinde de çiçek açar. Meyve vermesi ise çiçek
açma evresinden sonra gelir. Bu örnekleri felsefî düşüncenin oluşum aşamalarına
uyarlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: Felsefe öncesi dönemler, ağacın
253 Yukarıda yaptığımız bir hatırlatmayı burada da zikretmenin uygun olduğunu düşünüyoruz.
Fârâbî yöntemlerin karışması ve iç içe geçmesi sorununu ele alırken farklı bağlamlarda farklı
ifâdeler kullanmıştır. Biz ele aldığımız tarihsel sıralamayı, Kitâbu’l-Hurûf’u temel alarak takip
ediyoruz. Diğer karışımları da yeri geldikçe vereceğiz. Özellikle de cedelî felsefenin oluşumunu
anlatırken bu konuya daha fazla yer vereceğiz.
254 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 132.
79
beslenme ve büyüme aşamalarına denk gelmektedir. Sofistik ve cedelî felsefe ise
burhânî felsefenin habercisi olan çiçeklere benzetilebilir. En nihâî evre, yani
meyvenin oluşum evresi de burhânî felsefenin evresi olacaktır. Şimdi bu felsefî
serüvenin ilk aşaması olan çiçeklenme evresini, yani sofistik felsefeyi ve ardından
da cedelî felsefeyi ana hatlarıyla ele almaya çalışabiliriz.
255 Fârâbî bunların hangi diller olduğunu ve hangi coğrafyalarda meydana geldiğini belirtmemiş
olsa da, biz bugün antropoloji ve etimoloji çalışmalarından biliyoruz ki, insanlığın neş’et ettiği
coğrafya Afrika olup diller de M.Ö. 40000 yıllarında Afrikalı kabilelerin dillerinden türemiştir.
Yazının da Sümerlilerle M.Ö. 5200 yıllarında başladığını ve resmî tarihin başlangıcını
oluşturduğunu yapılan çalışmalardan biliyoruz. Dillerin ve yazının oluşumu ve gelişimi hakkında
bilgi için bkz. Tore Janson, Speak: A Short History of Language, Oxford University Press, Oxford
2002, s. 1-68.
80
işâret etmek gerektiğini düşündük. Buradaki felsefe tarihi okuması Fârâbî’ye
hastır. Dolayısıyla Fârâbî’nin perspektifini anlamaya çalışırken, diğer okuma
biçimlerinin çizdikleri tabloları birazcık da olsa görmezden gelmeye ve Fârâbî’yi ve
onun perspektifini öne çıkarmaya çalışalım. Bu ön bilgiyi verdikten sonra konuyu
Fârâbî’nin anlatılarını merkeze alarak ve gerekli görüldüğünde farklı metinlere
atıfta bulunarak araştırmaya devam edebiliriz.
Kıyâsî sanatların her biri aslında bilgi elde etmek ve insan zihninin,
üzerinde düşündüğü konu hakkında verdiği hükümlerle bir netîceye varması
sorunuyla ilgilenir. Gerek şiir, hitâbet, sofistik, cedelî ve gerekse de burhânî
yöntem kullanılarak bir konu hakkında belli bir yargıya varılır. Bu anlamda zihin,
her bir sanat açısından kendince “doğru” bir bilgi elde etmektedir. Çünkü insan
zihni “hakîkatsiz” edemez. Bu anlamda hatabî-retorik delillerle yapılan
araştırmaların ya da şiirsel söylevlerle dile getirilen konular hakkında verilen
hükümlerin ortaya çıktıkları zaman açısından doğruluk ifâde ettiklerini
belirttiğimiz gibi, sofistik felsefenin hükümlerinin de kendi dönemi açısından bir
“doğruluk” ifâde ettiğini söyleyebiliriz.256 Çünkü burada da bir hükümden
bahsediyoruz. Dolayısıyla, sofistik felsefenin icrâcılarının iddiâlarının da “kendi
zamanları açısından” bir hakîkat iddiâsı içerdiğini söyleyebiliriz. Bu hakîkat iddiâsı
kendini reddetmiş olsa bile, ki sofistik felsefenin “filozofları” kendilerinden önceki
doğa filozoflarının yaptıkları gibi “belirli bir hakîkat iddiâsıyla” ortaya çıkmamışlar,
hakîkatin bilgisinin elde edilebilme imkânını sorgulamışlardır. Bundan dolayı bu
felsefe yapma biçimini, hakîkatin bizzat kendisini sorun haline getirmiş olsa bile,
icrâcılarınca belirli bir yargının ifâdesi olduğundan dolayı, kendi dönemi açısından
256Filozofumuz burhânî yöntem öncesini, önceden de defaatle ifâde ettiğimiz gibi bu yöntemin alt
basamakları olarak görmüştür. Ancak, ortaya çıktığı zaman açısından bakıldığında hitâbet ve şiirde
olduğu gibi sofistik felsefeyle ifâde edilenler de gerçeklik ifâde etmektedir. Bu anlamda Fârâbî’nin
şu sözlerine kulak verebiliriz: “İnsanlardaki en kuvvetli zan, üzerinde çokça çabalayıp mesâi
harcamalarına karşın onun karşıtını elde edemediklerinde olur. Ya da onun bütün karşıtlarının
ortadan kalkması halinde. İşte bu durumda kişinin inancı kendisine göre karşı çıkılmaz bir inançtır.
Bu, özellikle o kişinin zihninde o şey hakkında şüphe bulunmadığında olur.” Fârâbî, el-Hatâbe, s. 15.
81
“hakîkati olumsuzlayan bir hakîkat iddiâsı” şeklinde isimlendirebiliriz.
257 Eduard Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan, İz Yayıncılık, İstanbul 2001, s. 97.
258 Zekeriyâ İbrâhîm, Muşkiletu’l-Felsefe, s. 21.
82
görüntüler”, “renkler” ve “bunların dışındaki şeyler” şeklinde ifâde etmiş olduğu
evren sorunu,259 yerini yine Fârâbînin ilkelerini irâde ve ihtiyârın oluşturduğu
sorunsallar alanı olarak (el-umûru’l-medeniyye) gördüğü,260 yani insan ve toplum
sorununa ve bununla birlikte “bilgi” sorununa bırakmaya başlamış261 ve önceki
filozofların birbirinden farklı “hakîkat iddiâları”, temel bir bilgi sorunu olan
“hakîkat” sorununu gündeme getirmiştir. Bunun bir diğer nedeni de toplumların
birbirleriye karşılaşmaları ve etkileşime geçmeleri olmalıdır. Yunanlılar yabancı
halklarla, Babil ve Mısır gibi eski ve ileri kültürlerle ve yine diğer taraftan Kafkasya,
Trakya ve Libya halkları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Bu karşılaşma neticesinde
âdet ve yaşam tarzları mukâyese edilmeye ve sorgulanmaya başlanmış olmalıdır.
Miletli Hekataios, Sardesli Ksanthos, Mytileneli Hellanikos gibi adamlar ve
Thukydides’in bir ifâdesine göre genellikle Herodotos’un öncülleri olarak
adlandırılan diğer “logograflar” etnolojik ve coğrafî gözlemleri ihtivâ eden
eserlerinde zengin bir malzeme toplamışlardır. Bu bilgi birikimi aynı eleştiriyi de
beraberinde getirmiş ve sofistliğin başlamasına sebep olmuştur. Yine Zeller’in
dediği gibi Protagoras’ın (M.Ö. 485-420) Trakya toprağındaki İonya kültürünün
ileri karakolu konumundaki bir şehrin yurttaşı olması tesâdüf değildir. 262 İşte ifâde
etmeye çalıştığımız bir takım faktörler neticesinde düşüncenin yöntemiyle beraber
alanları da değişiklik göstermeye başlamış ve hakîkat, tarihte farklı bir ifâde
biçimine bürünmüştür. Böylelikle süreci Fârâbîci perspektiften değerlendirmeye
çalışacak olursak, hatabî-şiirî yöntemle ve daha çok evrenle ilgili olarak ortaya
konan düşünceler, belirli bir süre sonra kendi içerisinde sofistik tınılara ev
sahipliği yapmaya başlamış olmalıdır. Belli bir süre hitâbet ve şiir sanatının
içerisinde ve bu sanatların kendi iç evrimleri neticesinde “doğmaya başlayan”
sofistik felsefe, doğumunun ardından bu iki kıyâsî sanatla beraber olgunlaşmaya ve
ardından kendi kimliğini bulmaya başlamıştır. Kendi üslûbunu bulan bu yöntem,
biraz önce de değindiğimiz gibi aynı zamanda “kendine has felsefî sorunların” da
üreticisi olmuştur. Özetle ifâde etmeye çalışacak olursak, kendinden önceki
83
aşamaların evriminden doğmuş olan sofistik felsefe, hem yöntemi hem de konusu
bakımından kendine has bir felsefe biçimi olarak karşımıza çıkmış ve ortaya çıktığı
dönem açısından kendi hakîkatini dile getirmiştir. Ancak burada iddiâ edilen
hakîkat, negatif bir hakîkat anlayışıdır. Dolayısıyla bu anlayışı, hakîkati inkar eden
bir hakîkat iddiâsı şeklinde ifâde edebiliriz. Filozofumuza göre hitâbet ve cedel
sanatının birbirine karıştığı bir dönem olmuş263 ve bundan sonra belli bir süre
insanlar bir durum hakkında verilen bir hükmün doğru mu yoksa yanlış mı
olduğunu anlayamamışlar, yani “şüphe içerisinde kalmışlardır”. Bundan bir
sonraki aşama da, bir hükmün istenildiğinde hem doğrulanabileceğine hem de
yanlışlanabileceğine inanılan aşamadır.264
263 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 54-5. Filozofumuz yöntemlerin birbirine karışmış olduğunu belirtirken
ayrıca bir kavram daha kullanmıştır. Bu kavram “cedele benzeyen bir konuşma” şeklinde de
çevirebileceğimiz “el-muhâtaba şebîhetun bi’l-cedel”dir. Bkz. Kitâbu’l-Cedel, s. 50.
264 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 56-7.
265 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 131. Kıyasa dayalı sanatların zamansal öncelik ve sonralığı meselesine
İbn Sînâ da değinmiş ve hitâbet ve şiirden sonra mugâlatanın, mugâlatadan sonra cedelin ve ondan
sonra da burhânın geldiğini belirtmiştir. Bkz. İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ, II. Analitikler, s. 6.
266 Fârâbî, et-Tavtıe fi’l-Mantık: Mantığa Başlangıç, s. 21/28; İlimlerin Sayımı, s. 63.
267 Fârâbî, Mantıkta Kullanılan Lafızlar, s. 168/el-Elfâzu’l-Musta’mele fi’l-Mantık, s. 105.
84
olmadığı halde görünüşte yaygın zannedilen şeylere dayanarak zandan ibaret
bir şekilde üstün gelmesi istenir. Maksat, söyleyenin ve dinleyenlerin mugalata
yapmaları, aldatma ve bozmalarıdır (temvîh ve mahraga). Söyleyen kendisi
hakkında hikmet ve ilim sahibi olduğu hayaline kapılır, halbuki öyle değildir.
İşte bunun için “aldatıcı hikmet” sanatı (el-hikme el-mumevvihe) ismi
türemiştir. Onun hikmet olduğu zannedilir, halbuki öyle değildir. “Sofya”
hikmet, “istes” aldatmadır.268
268 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 57/et-Tavtıe fi’l-Mantık: Mantığa Başlangıç, s. 28.
269 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 63.
270 Fârâbî, Mantıkta Kullanılan Lafızlar s. 168/el-Elfâzu’l-Musta’mele fi’l-Mantık, s. 105.
271 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 62.
272 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 26.
85
(muğâlatayı) kabullenmek durumundadır. 273
Fârâbî’nin anlatıları tarihsel bir okuma olmalıdır. Yani her ne kadar “tarih
olmayan tarih” ya da “ilk zamanlar” üzerine yaptığı yorumlar, bu sorunların doğası
itibariyle spekülatifse de, kıyasa dayalı sanatlardan itibaren bu anlatılar tarihsel
yaşanmışlığın birer ürünü olmaya başlamalıdır. Nitekim filozofumuz, felsefî
düşüncenin zamansal serüveninin yanında mekânsal serüvenine de değinmiş ve
felsefenin coğrafî tarihini Iraklı “Kaldâniler”274 (Keldâniyyûn), “Mısırlılar-Kıptîler”
(Ehlu Mısr)275, “Yunanlılar”276 (Yûnâniyyûn), “Süryâniler” (Süryâniyyûn)277 ve
coğrafyasının ilk zamanlarını “Mısır” olarak çizenlerden birisi de Aristoteles’tir. Filozof, felsefe
yapmanın boş vakit gerektiren bir ameliye olduğunu ifâde etmiş ve Mısırlı rahiplerin boş
zamanlarının olduğundan dolayı felsefeyle uğraşmış olduklarını dile getirmiştir. Bkz. Aristoteles,
Metafizik, 981b20. Mısırlılar hakkında genel bir bilgi için yine bkz. İbn Sâid el-Endelusî, Tabakâtu’l-
Umem, s. 14, 52-5.
276 Örnek olarak bkz. İbn Sâid el-Endelusî, Tabakâtu’l-Umem, s. 14, 31-46.
277 El-Endelusî, Keldânîlerin Süryânîler olduğunu söylemektedir. İbn Sâid el-Endelusî, Tabakâtu’l-
Umem, s. 13. Fârâbî’nin yaptığı bu ayrım tarihsel bir ayrımdır. Dolayısıyla felsefe Iraklıların
çabalarıyla ortaya çıkmaya başlamış, daha sonra Yunanlılara geçmiş ve ordan tekrar bu coğrafyaya,
Süryânîlere geçmiştir. Süryâniler’in felsefî düşüncenin bugünlere gelmesinde oynamış oldukları
tarihsel rolü anlamamız açısından şu çalışmaya bakılabilir. Nesim Doru, Doğu’dan Batı’ya Köprü:
Süryaniler, Dipnot Yayınları, Ankara 2007. İbn Nedim de Süryânîleri Suriye ve Harranlılar olarak
86
“Araplar”278 (el-‘Arab) şeklinde belirtmiştir.279 Bu mekânsal değişim aynı zamanda
bir tarihsel yolculuktur. Yani Fârâbî’ye göre “felsefî düşünce” ilk olarak Iraklı
Keldânîler arasında varlık âlemine gelmiştir. Ardından onlardan Mısırlılara,
Mısırlılardan Yunanlılara, Yunanlılardan da Araplara geçmiştir. Tarih öncesinin ve
ilk zamanların ardından kıyâsî sanatların ortaya çıkmaya başladığını ifâde etmiş ve
bu konu üzerine birinci bölümde etraflıca durmuştuk. Filozof felsefî düşüncenin
zamansal serüvenini Kitâbu’l-Hurûf, mekânsal serüvenini ise Tahsîlu’s-Sa’âde adlı
yapıtında anlatmıştır. Farklı bağlamlardaki bu iki anlatıyı birleştirmeye, yani
zamansal anlatı ile mekânsal anlatıyı bir araya getirmeye kalkıştığımızda karşımıza
çıkacak olan coğrafî-tarihî sahne nasıl bir bütünlük arz edebilir? Bize göre
Keldânîler, Mısırlılar ve ilk Yunanlı filozofların elindeki felsefe, pek tabiî ki hatabî-
retorik bir felsefe olmalıdır. Keldânîler ve Mısırlıların hatabî yöntemle ele almış
oldukları konular da ilk Yunan filozofları gibi tabiata, evrene dönük, yani fizik ve
matematik bilimlerine yönelik olmalıdır. Çünkü ilk kıyâsî sanat hitâbet sanatıydı.
Hitâbet sanatının ardından ise şiirsel düşünce ve sofistik felsefe gelmektedir.
Anlaşılacağı üzere sofistik felsefe de Yunan dünyasında ortaya çıkmış ve Sokrates’e
kadar olan süre boyunca M. Ö. 5. ve 4. yüzyılda felsefe tarihine kendi adını
yazdırmıştır. Sofistik felsefenin coğrafî-tarihî sahnesini çizmiş olduk. Böylelikle
Fârabî’ye göre felsefî düşüncenin kaynağı Kaldeliler, Mısırlılar, Hintliler ya da
Bâbilliler değil, Yunanlılardır. Sofistlere kadarki süreç, hazırlık aşaması, yani felsefî
düşüncenin beslenme dönemleridir. Düşünsel araştırmalar Yunanlılara varıncaya
kadar henüz felsefî bir nitelik kazanamamıştır. Düşüncenin yöntem ve konuları ilk
olarak Yunanlıların elinde ve de özellikle Sofistlerce felsefîleşmeye başlamış ve bu
belirtmiştir. İbn Nedîm el-Fihrist, thk. Muhammed Ahmed Ahmed, el-Mektebetu’t-Tevfîkiyye, basım
tarihi ve yeri belirtilmemiş, s. 22.
278 Bu konularla ilgili birçok metne bakılabilir. Biz sadece örnek olması açıısndan birkaç metni
dipnot vererek geçiyoruz. Bkz. İbn Sâid el-Endelusî, Tabakâtu’l-Umem, s. 56,65; G.W.F. Hegel, Tarih
Felsefesi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2006, s. 266.
279 Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Sa’âde, s. 88. Felsefeye etraflı coğrafyalar çizmeye çalışanlardan biri de
Nietzsche’dir. Ancak onun felsefe tarihi değerlendirmesi Fârâbî’den çok farklıdır. Çünkü o, Platon ve
Aristoteles’e değil, daha çok, Fârâbî’nin el-Hatâbe ve Kitâbu Kavânîni Sınâ’âtı’ş-Şuarâ’sında
bahsettiği yöntemlerin tarihi olan trajediye hayrandır. Ona göre şarkta ortaya çıkanlar değil de,
Yunanlıların onlardan alarak kendilerince yeniden ortaya koydukları felsefî çabalar önemlidir. Bkz.
Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s. 48, 51.
87
felsefîleşme süreci Aristoteles’le nihâyete ermiştir.280 Fârâbî’den çok farklı bir
felsefe tarihi okuma biçimine sahip de olsa burada Friedrich Nietzche’nin
Yunanlılarla ilgili değerlendirmelerinin burada zikredilmesi gerektiğini
düşünüyoruz:
280 Felsefî düşüncenin kökeninin doğulu mu batılı mı olduğu sorunu filozoflar ve felsefe tarihçileri
arasında sürekli tartışılan bir konu olmaya devam etmektedir. Fârâbî örneğinde de görmüş
olduğumuz felsefî düşüncenin Yunan kökenli olduğu şeklindeki tezle ilgili olarak birçok metinle
karşılaşmışızdır. Bu anlamda konunun genel bir değerlendirmesi yapılarak felsefî düşüncenin
doğulu olduğu tezini temellendirmesi açısından bkz. Mehdî Fadlullah, Bidâyâtu’t-Tefelsufu’l-İnsânî:
el-Felsefe Zaharat fi’ş-Şark, Dâru’t-Talî’a, Beyrut 1994; Zekeriyâ İbrâhîm, Muşkiletu’l-Felsefe, s. 19-
59.
281 Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s. 48.
282 Wilhelm Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe II, çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1995,
s. 77. Yine konuyla ilgili olarak Walther Kranz’ın değerlendirmesine yer verebiliriz: “Sofistlik için
antik ‘aydınlanma devri’ denir ve bu haklıdır, zîrâ gerçekte onunla İs. s. 18. yüzyılın aydınlanması
arasında, hem de bütün ruh yapısı bakımından sıkı bir akrabalık görülüyor. Bu sonraki aydınlanma
da derine doğru inen eleştiri ile özellikle Descartes ile Leibniz’in sistemlerinin oluşturdukları büyük
88
Çünkü bu dönem, o güne kadarki gelişmenin basit bir devamı değil, neredeyse
tamamen yeni bir başlangıçtır.283 Sofistlerin dünya sahnesine çıktığı zaman dilimi,
aynı zamanda Yunan dünyasının eleştiri çağı olarak da tanımlanmaktadır.284
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere fizikçilerin aksine Sofistler, makro-kozmostan
daha çok düşünen ve idrak eden bir varlık olan insanı ele almışlardı. Böylelikle en
önemli sorun olarak insanı ele alan Protagoras, bilgi sorununun yaratıcısı
durumuna gelmiştir.285
Biz, ‘felsefe’ kelimesini ilk olarak Cresus’un Solon için dediği: ‘Geçekten sen,
bir filozof olarak (mutefelsifen) bilgi edinmek ve gözlem yapmak amacıyla
birçok ülke gezdin.’ şeklindeki ifâdeyi aktaran Herodot’ta buluyoruz. Daha
sonra bu kelime Yunanlılarda farklı biçimlerde hakikat sevgisini, söz söyleme
sanatını (fen îcâdeti’t-ta’bîr) ve doğru düşünce gibi anlamları ifâde eder
olmuştur.
referansta bulunmakla yetinelim: İbn Sînâ, Sofistik Deliller, çev. Ömer Türker, Litera Yayıncılık,
İstanbul, 2006, s. 4. Fârâbî de farklı vesîlelerle ifâde ettiğimiz gibi felsefe ile burhânı birbiri yerine
kullanırken sofistiği dışarıda bırakmış ve olumsuzlamıştır. Bkz. Fârâbî, Mantığa Başlangıç, s. 27-8.
89
Bunun ardından şöyle bir yaygın rivayet de vardır ki buna göre felsefe
kelimesini bilinen anlamıyla ilk olarak kullanan kişi M.Ö. beşinci yüzyılda
yaşamış olan meşhûr matematikçi Pythagoras’tırr. Pythagoras’a şöyle bir söz
nisbet edilmiştir: ‘Bilgelik sıfatı hiçbir insan için kullanılamaz, sadece Tanrı için
kullanılabilir.’ Bundan dolayıdır ki Pythagoras, kendisi için bilgeliği seven kişi
şeklinde bir ifâdeyi uygun görmüş ve insanın bilgeliği sevmesi ve onu
aramasının bir şeref olduğunu düşünmüştür.287
90
kendisi saydığı Tanrıyı “yetkin bir sofist” şeklinde tanımlamıştır.291
Bizim tezimize göre, bu tanrı, dört dörtlük bir sofist ve çevresindekiler için
büyük bir iyilikçidir; hattâ, bu dünyada oturanlara bile bunca servetler
yolladığına göre, oradaki yedeğinde daha neler neler bulunduğunu, sen var
tasavvur et.292
Platon, Fârâbî’nin de işâret ettiği gibi bu konu ile ilgili olarak “Sofist” isimli
özel bir eser kaleme almıştır.293 Platon’un diğer diyaloglarında olduğu gibi bu
diyaloğunda da âdetâ Fârâbî’nin el-Hatâbe’sinde tasvir ettiği retorik sahne ile
karşılaşmaktayız. Theodoros ve Sokrates ile başlayan diyalog, Elealı Parmanides’in
takipçilerinden biri, “tam bir filozof” olan294 Yabancı ve Theaitetos’un
konuşmalarıyla devam etmektedir. Başta sadece “sofist” kelimesi üzerinde
anlaşabilen295 ikili, diyaloğun ilerleyen kısımlarında bu kelimenin ifâde ettiği
gerçek anlamı bulmaya çalışır. Diyaloğun sonunda yabancı, bütün bir araştırma
netîcesinde elde edilen tanımı ortaya koymaktadır. Böylelikle Platon,
konuşturduğu kişiler aracılığıyla, üzerinde araştırma yaptığı bu “tipoloji”yi
tanımlamakta ve şöyle demektedir:
YABANCI: Demek ki, sırf kanıya dayanan bir sanatın ironi bölümüyle mim
sanatına giren ve simülasyonlar üreten cins vasıtasıyle de görüntüler yaratma
sanatına bağlanan bu tartışma sanatı; meydana getirme sanatının, tanrısallıkla
hiçbir ilişkisi bulunmayıp, tamamen insansal olan ve öz alanı söylem olup,
itibarını buradan sağlayan bu kısmı, otantik sofistin “soyunun ve kanının”
kaynağıdır, diyebiliriz; ve böyle demekle, sanırım, en katıksız hakikati söylemiş
oluruz.
THEAİTETOS: Kesinlikle.296
Platon’un geniş bir şekilde ele almış olduğu sofistlik, Aristoteles tarafından
da ele alınmış ve sahte bir bilim tarzı olarak nitelendirilmiştir. Böylelikle, Platon ve
91
Aristoteles’in felsefe ve sofistik arasında yapmış oldukları kesin ayrım, kelimenin
bundan sonraki anlamını da belirler bir hal almış ve bu kelime bundan sonra bu iki
filozofun îmâ ettikleri anlamda anlaşılmaya başlanmıştır.297 Aristoteles’in Sofistik
Çürütmeler’i David Ross’un da belirttiği gibi, Sofistlerin kendi tezlerini kanıtlamak
için kullandıkları yöntemlerin aynısıdır. Bununla birlikte filozofun bu kitabı, aynı
zamanda genel olarak yanlış akıl yürütme biçimlerinin de bir incelemesidir.298
s. 210.
300 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 144.
301 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 141, 149, 156.
302 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita., s. 141.
303 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 134, 141,148.
304 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 141, 160.
305 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 161.
306 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 161.
307 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 156.
308 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, 140, 157, 164.
309 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 158.
92
Eratosthenes (M.Ö. 276-194)’tir.310
Öyle görünüyor ki insanların bir kısmı hatta çoğu, hakîm (filozof) olmadığı
halde insanların kendisini hakîm sanmasını, insanlar onun hakîm olduğuna
inanmasa bile kendisinin gerçekten hakîm olmasına tercih ediyor. Çağımızda
böyle insanları gördük. Onlar, hikmetteki (felsefedeki) dereceleri düşük olduğu
halde hakîm geçiniyorlar, hikmetten bahsediyorlar ve insanları hikmete
çağırıyorlardı. Onların yetersiz olduğunu bildiğimizde ve insanlar onların halini
anladıklarında ise hikmetin bir hakikati ve felsefenin bir faydası olduğunu inkar
ettiler. Onların çoğu açıkça cahil olduklarını söylemedikleri, felsefenin temelden
konuyla ilgili olarak bazı eserlere referansta bulunmakla yetiniyoruz. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Mille,
çvr., s. 262; Mutluluğun Kazanılması, s. 79-80, 85.
93
yanlış olduğunu ve bilgi ve akıldan tamamiyle sıyrılmayı iddiâ
edemediklerinden Meşşâîleri karalamaya ve Mantık kitaplarını ve bu kitapları
izleyenleri ayıplamaya yöneldiler. Felsefenin Platoncu ve hikmetin Sokratesçi
olduğunu ve dirayetin yalnızca ilk filozoflarda olduğunu vehmettirdiler.
Pythagorasçı filozofların çoğu şöyle dedi: ‘ Her ne kadar felsefenin bir hakikati
varsa da onu öğrenmenin bir yararı yoktur. İnsan nefsi tıpkı hayvan nefsi gibi
yok olacaktır; hikmetin bu dünyada bir yararı yoktur, öte dünyaya gelince öte
dünya diye bir şey yoktur. Kendisinin hakîm olduğuna inanılmasını isteyen ama
hikmeti idrak etme gücünü yitiren ve tembellik ve gevşeklik nedeniyle
öğrenemeyen kimsenin mugalatacıların sanatını benimsemekten başka çaresi
yoktur.’ İşte kasıtlı mugalata buradan doğmuştur. Mugalata bazen sapıtmadan
kaynaklanır.313 (İtalikler bize ait.)
313 İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ, Sofistik Deliller, çev. Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 4.
314 İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ, II. Analitikler, s. 6.
94
felsefenin emekleme dönemleridir ve mekânları da ifâde etmeye çalıştığımız
coğrafyalardır. İnsan düşüncesinin felsefîleşmeye başladığı süreç, Yunanlılara, yâni
“Sofistler”e tekâbül etmektedir. Filozofumuzun doğrudan sofist olarak
isimlendirdiği kişi Protagoras’tır. Farklı eserlerde farklı vesilelerle sofist olduğu
söylenen ve sofistik felsefenin icrâcısı olarak nitelenen kişilik Protagoras
olmaktadır.315 Fârâbî’nin çizmiş olduğu çerçeveyi bu şekilde doldurduk. Ancak
filozofun Tahsîlu’s-Sa’âde adlı eserindeki bazı ifâdeler biraz daha farklıdır. Bize
göre onun bu tavrı, tarih içerisinde yaşamış ve ölmüş olan değil de burhânî
perspektife karşı sorun çıkarması muhtemel olan, yani her zaman karşımıza
çıkabilecek olan sofistlerdir. Filozofun bu endişesini anlamamız için onun bu
çelişkili ifâdelerine yer vermemiz gerekiyor:
Hangi konuda olursa olsun sözle aldatma ve mugalata yapma gücüne sahip
olan herkese bu isim verilir ve onun ‘sûfistaî’ olduğu söylenir. Bazılarının
zannettiği gibi ‘sûfista’ eski zamanlarda yaşamış ve bilgi ve ilmin varlığını inkar
etmiş olan bir insanın adı olmadığı gibi onun görüşünü takip eden ve öğretisini
savunanlara da ‘sûfistaî’ adı verilmez. Bu görüş çok aptalca bir görüştür; çünkü
daha önce yaşamış olan insanlar içinde öğretisi ilimleri ve bilgiyi reddetmek
olan ve bu isimle adlandırılan hiçbir kimse yoktu. Eskiler ‘sûfista’ adı ile
adlandırdıkları bir insana nisbet ettikleri için herhangi bir insanı bu adla
adlandırmamışlardır. Tersine onların bir insanı bu adla adlandırmaları, kim
olursa olsun onun mesleğinin özelliği, konuşma biçimi ve karşısındakini
aldatma ve mugalata yapma gücünden ötürü idi… Bu güce ve mesleğe, sanata
sahip olana ‘Sofist’, onun mesleğine ‘sofizm’, mesleğinden ileri gelen işine ise
‘sofistik’ iş denir. 316
315 Fârâbî, Mantıkta Kullanılan Lafızlar, s. 171; Kitâbu’l-Hurûf, s. 210; Kitâbu’l-Cedel, s. 60.
316 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 64.
95
2.1.1.4.Sofistik Felsefenin Yanıltma Biçimleri Üzerine
317 Aristoteles, “Kitâbu Sûfistîka”, en-Nassu’l-Kâmil li-Mantıki Aristû, thk. Ferid Ceber, Dâru’l-Fikri’l-
Lubnânî, Beyrut 1999, s. 909. Bu konuda Fârâbî de Aristoteles’le aynı kanaattedir ve sofistiğin,
cedelin hitâbetten ayrılmaya başladığı bir süreç içerisinde ve diğerleriyle iç içe ve karışık bir
biçimde oluştuğunu ifâde ederken bunu îmâ etmektedir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 150-1; el-
Hatâbe, s. 21-2.
318 Bugün Kindî’ye atfedilen bir sofistik deliller şerhine sahip değiliz, ancak o Aristoteles’in
kitaplarını tanıttığı bir risâlesinde bu kıyâsî sanata da değinmiştir. Bkz. Kindî, Felsefî Risâleler, s.
156.
319 Kindî, Felsefî Risâleler, s. 156.
96
sahnesinden soyutlanmış olan sofisti işâret etmektedir.
“Tarihî bir kişilik olarak sofist” ve “bu tarihsel kişiliklerin ardılları olması
muhtemel kişilikler olarak sofist” şeklinde de tâbir edebileceğimiz sofistin bu ikili
anlaşılma biçimini yineleyerek ifâde etmeye gerek duymamızın nedeni, birazdan
birer örnek vererek ana hatlarıyla tasvîrine çalışacağımız konunun nasıl işlenmesi
gerektiğiyle ilgili olan hermenötik soruna vurgu yapmaya ihtiyaç duymuş
olmamızdır. Sofistlerce yazılmamış, ama onlara izâfe edilerek yazılmış olan bu
“yanıltma-aldatma türleri” (el-mugallitât) kıyasın maddesi ve sûretinde görülür.320
Bir kıyasın, sûreti açısından yanlış olması ve yanıltması, kıyas kurallarının ya da
kıyas şekillerinin netîce verme şartlarının ihlâl edilmesinden kaynaklanır. Maddesi
açısından yanlış olması ise biraz sonra ele alacağımız lafız ve anlam ilişkisinden
kaynaklanan aldatmalardır. Kıyasın dışında kalan yanıltıcı delilleri ise Fârâbî’nin
“kıyas ya da kıyasın bir parçası olan” ve “kıyas ya da kıyasın bir parçası olmayan”
şeklinde yapmış olduğu ayrımında görüyoruz.321 İbn Sînâ’nın, sayısını on olarak
belirlediği ve rakîbi utandırmak, sözünü küçümseyip alaya almak ve kesmek,
matluba dâhil olmayan şeyi kullanmak vb. şeklinde sıraladığı kıyasın dışında kalan
aldatma ve susturma türleri322 ilk bölümde hitâbet sanatını ele alırken
“tamamlayıcı mâhiyetteki kanıtlamalar” başlığı altında incelediğimiz aldatma ve
susturma biçimleri olmalıdır.323 Fârâbî bunu belirtmekte ve kıyas ya da kıyasın bir
parçası olmayan aldatmaların belâgat-hitâbet ve şiir kitaplarında ele alınmasını
uygun görmektedir.324 Kıyasla ilgili aldatma yerleri ise lafızlardan ve anlamlardan
yapılan aldatmalar şeklinde ikiye ayrılmaktadır.325 Mantık kitaplarında bu kıyâsî
sanatın, müşebbihât ve vehmiyyât türü öncüllerden oluşan bir sanat olduğu
şeklindeki klişe tanımı da, aldatmanın bahsetmeye çalıştığımız kıyasla ilgili olan
ifâdesini kullanmış ve hitâbet sanatında kullanılan hatabî tasdiği kastetmiştir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-
Burhân, s. 20.
325 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 132; İbn Sinâ, Sofistik Deliller, s. 6.
97
kısmının ifâdesi olsa gerektir.326 Bu öncüller burhânın öncüllerine benzediğinde
safsata, cedelin öncüllerine benzediğinde ise de muşâgabe olarak isimlendirilir.327
Kurulan kıyaslar lafız açısından ya da mânâ açısından veyâhut da bunların her ikisi
açısından sorunlu ise ve aldatma amaçlı kurulmuşlar ise, bu kıyasın öncülleri
vehmiyyât türü öncüllerdir denir. Filozofumuz kıyasla ilgili olan ve iki ana başlık
halinde ele aldığı bu aldatma biçimlerini eski Yunan filozoflarını da örnek
göstererek tek tek açıklama yoluna gitmiştir. Konumuz gereği biz bunları
Fârâbî’yle beraber tek tek saymıyor, birkaç örnek vermekle iktifâ ediyoruz.328
Sofistik felsefe, ortaya çıkmış olduğu toplumun gerek nazarî gerek amelî
konularla ilgili olarak sahip olmuş olduğu bütün birikimin üzerinde inşâ
edildiğinden dolayı, kendisi üzerine yapılacak olan bir inceleme esnâsında bazen
önceki dönemlere atıflar yapıldığı izlenimi edinilebilir. Nitekim müellifimizin
lafızlardan yapılan aldatma biçimlerini anlatmaya başlarken saymaya çalıştığı
aldatma türleri bu izleri taşımaktadır. Fârâbî bu aldatma biçimlerini sıralarken
öncelikle eşanlamlı (el-ismu’l-muşterak), eşsesli (el-ismu’l-muşekkek), menkul (el-
ismu’l-menkûl) ve müsteâr ismi (el-ismu’l-muste’âr) zikretmektedir.329
Hatırlanacağı üzere biz bu isim türlerini dilin oluşumunu anlattıktan hemen sonra
ele almıştık.330 Görüleceği üzere sofistik felsefenin aldatma amaçlı kıyaslar
kurarken önemli ölçüde yararlandığı isimlerden bazıları lafız-anlam ilişkisinin
bozulması ile oluşmaktadır.
326 Muhammed Rızâ el-Muzaffer, el-Mantık, s. 389; Necip Taylan, Mantık, s. 138.
327 Necip Taylan, Mantık, s. 138; İbrahim Emiroğlu, Mantık Yanlışları, s. 25.
328 Bu yanıltma biçimleri İbrâhim Emiroğlu tarafından başta Aristoteles’in Sofistik Çürütmeler’i
olmak üzere, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün aynı konuya dâir eserleri temel alınarak detaylı bir
şekilde incelenmiştir. Kıyasla yapılan ve kıyas dışında kalan aldatma türleri hakkında geniş bilgi
için bu çalışmaya bakılabilir. İbrahim Emiroğlu, Mantık Yanlışları. Aynı konuyla ilgili olarak yine
bkz. Muhammed Rızâ el-Muzaffer, el-Mantık, s. 391-409.
329 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 132-3.
330 Bununla ilgili olarak tezimizin 1.5. numaralı başlığına bakılabilir.
331 Fârâbî, Kitâbu’l-Emkineti’l-Mugallita, s. 132-7.
98
muhtemel olan kıyasları şu örnekle somutlaştırmaktadır:
99
Boğazlanan ölmüştür.
Ölü ıslanmıştır.
Boğazlanan ıslanmıştır.
Fârâbî konu ile ilgili ikinci bir örnek daha vermektedir. Buna göre bir şey
düşünelim ki o şey aynı zamanda hem “insan” hem “beyaz” hem “inşâ ediyor” hem
“tedâvi ediyor” ve hem de “yazıyor” olsun. Bu durumda biz “beyaz”ı “inşâ eden”le
niteleyebiliriz; ancak bu onun beyaz olması bakımından değildir. Yani,
Yine bunun gibi “inşâ eden”e “yazıyor”u yükleyebiliriz. Yazıyor olması yine
onun inşâ ediyor olmasından kaynaklanmadığından dolayı buradaki yüklemimiz
de arazî olmaktadır:
100
“Tedâvi etmek”i “yazan”a yükleyebiliriz. Eğer burada bu yüklemleri ona
bahsettiğimiz kişinin bir “yazan” ve bir “doktor” olması dolayısıyla yüklememişsek
yüklemimiz yine arazî olacaktır.
101
Necât ve el-İşârât ve’t-Tenbîhât adlı yapıtlarının mantığa ayrılan kısımlarında beş
sanattan sadece ikisini, yani burhân ve sofistiği incelemiştir.336 Aynı şey Fârâbî için
de geçerlidir. Onun bu tavrını, kendisiyle çelişmek uğruna yapmış olduğu sofist
tanımlamasından anlayabiliriz. Yukarıda Tahsîlu’s-Sa’âde’den alıntılayarak
verdiğimiz kısımda karşımıza çıkan çelişkili tavrı, yani sofist isminin, bilginin
reddini savunan tarihî bir şahsa değil de bahsedilen şekilde düşünen ve
düşünmeye yeltenen “tipoloji”ye ait bir tanımlama olduğunu ısrarla dile getirme
çabası, onun bu hassâsiyetinin bir tezâhürüdür. Bu hassâsiyet burhânı koruma
hassâsiyetidir.
Nitekim gıdalar ve ilaçları bilen bir kimse eğer aynı zamanda zehirler
hakkında onları ve alâmetlerini tam bir bilgi ile bilecek ve gıdalar ve ilaçlarla
zehirleri birbirinden fiilen ayırabilecek bir durumda olmazsa, farkında
olmaksızın gıda ve ilaç oldukları zannederek zehirleri almak ve böylece yok
olmak tehlikesine düşmekten korunmaz.340
336 İbn Sînâ, bu yapıtında kıyâsî sanatlardan sadece burhân ve mugâlatayı incelediğini, cedel, hitâbet
ve şiir için ise eş-Şifâ’ya bakılabileceğini söylemiştir. İbn Sînâ, Kitâbu’n-Necât, s. 131. Yine burhân ve
mugalâtanın el-İşârât ve’t-Tenbîhât’taki kısa özetleri için bkz. İbn Sînâ, İşaretler ve Tembihler, çev.
Ali Durusoy-Muhittin Macit-Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 70-8.
337 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 151.
338 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 23.
339 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 68.
340 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 69.
102
mantıkçıya bir aldatma kabiliyeti de kazandırmaktadır. Filozofa göre sofistiğin
faydalı olması demek, burhâna yardımcı olması demektir. Aksi takdirde bir
filozofun sofistten herhangi bir farkı kalmayacaktır.
Diğer bir hakîkat arayışı çabası olan cedelî felsefe, şu ana kadar incelemiş
olduğumuz süreçlerin aşılması neticesinde ortaya çıkmıştır. Tezimizde ayrı
başlıklar halinde ele aldığımız bu süreçleri zamansal açıdan tam anlamıyla bir
öncelik sonralık çerçevesinde düşünmek yanlış olacaktır. Önceden de işâret
ettiğimiz üzere bu süreçler, zamansal açıdan bakıldığında belli bir öncelik-sonralık
sırası dâhilinde yaşanmak ve bu yönde bir gelişim çizgisi tâkip etmektedirler.
Ancak bu kıyâsî sanatların, tarihin belli dönemlerinde iç içe geçmiş oldukları da
görünür. Toplumsal kazanımlar birbirlerine eklemlenerek gelişirken nitelik
açısından olduğu gibi nicelik açısından da bir gelişme söz konusu olmaktadır.
Sofistik felsefenin icrâ edildiği dönemler, farklı başlıklar altında açımladığımız
süreçleri kendi içerisinde barındırmakta, ancak bununla birlikte bu kazanımları
kendi çerçevesinde yeniden anlamlandırmaktaydı. Bu durum şimdi ele alacağımız
cedelî felsefe için de geçerlidir. Kısacası cedelî felsefenin icrâcıları, bahsede
geldiğimiz bütün aşamaların kazanımlarına sahip olan, ancak bununla birlikte, bu
kazanımların bir üst aşaması olması hasebiyle elde edilen bu kazanımları
kendisince yeniden kullanan ve inşâ eden kişilerdir. Burada, yeri gelmişken cedelî
felsefenin tarihi ile ilgili özel durumu da îzâh etmemiz gerekmektedir.342
103
Cedelî felsefeyi sofistik felsefeden sonra ele almayı uygun gördük. Ancak
bu felsefe tarzının hitâbet sanatı ile olan tarihsel bir irtibatından bahsetmemiz
gerekmektedir. Fârâbî cedel sanatının hitâbet sanatıyla karıştığını, iç içe geçtiğini
söylemektedir. Bu dönemde düşünürler, hatabî yöntemi cedelî yöntem olarak
kullanmışlardır.343 Filozofumuz bir diğer eserinde de ilk olarak ortaya çıkan
sanatın hitâbet sanatı olduğunu belirtmekte ve hemen ardından da cedel sanatının
geldiğini ifâde etmektedir.344 Buna göre hitâbet sanatının ardından ortaya çıkan ve
farklı bir felsefî tarz olarak kullanılan yöntem, cedel yöntemidir.345 Sofistik yöntem
ise bundan sonra ortaya çıkmıştır. Fârâbî’nin anlatılarındaki bu farklılığı iyi
anlamamız gerekmektedir.
104
olmalıdır ki daha sonra da ilk cedelî soruşturmalara ve sofistik felsefeye öncülük
etmiştir. Sofistik felsefenin hakîkatin bilinemeyeceği şeklindeki negatif hakîkat
iddiâsının karşısında ise tam anlamıyla burhân sanatı gibi olmamakla birlikte,
sofistlerin bu iddiâlarına karşı duran bir felsefî tavır var olagelmiştir diyebiliriz.
İşte bu tavır cedelî felsefenin icrâcılarının tavrıdır. Buradan hareketle sofistik
felsefenin, ilk cedelî soruşturmaların bir neticesi olarak ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Ancak cedelî felsefe gelişerek devam etmiş, bir dönem sofistik
yöntemle olan benzerliği sebebiyle onunla iç içe geçmiştir.349 Cedelî felsefe daha
sonra sofistik felsefenin ardından varlığını daha kuvvetli bir şekilde devam
ettirmiş ve en nihâyetinde de hakîkate ulaştıran yegâne felsefe olan burhânî
felsefenin oluşmasını sağlamıştır.350 Dolayısıyla sofistik felsefe, cedelî felsefe ve
burhâni felsefe şeklinde yapmış olduğumuz tarihsel sıralama uygun ve yerinde bir
sıralamadır.351 Şimdi bu ön bilgiyle de irtibatlı olarak ayrı bir alt başlık açabilir ve
birleşik kıyâsî sanatları ve ardından da bu sanatların birbirlerinden ayrışması
sorununu ele alalım.
349 Ömer Mahir Alper, “Fârâbî’nin Felsefe Tasavvuru: Tümden-Kabulcü Tavra Bir Örnek”, s. 101.
350 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 31.
351 Bu sıralama için ayrıca şu metinlere de bakılabilir: İlhan Kutluer, İslâm’ın Klasik Çağında Felsefe
Tasavvuru, s. 172; Ömer Mahir Alper, “Fârâbî’nin Felsefe Tasavvuru: Tümden-Kabulcü Tavra Bir
Örnek”, s. 99-105; Ali Durusoy, “Fârâbî’de Bilim Felsefe ve Mille Bağlamında Mantık”, s. 73-4.
105
olmadan” sofistik yönteme geçilmeye başlanmıştır. Filozof, Kitâbu’l-Hurûf’ta bu
konuyu daha açık bir şekilde ifâde etmeye çalışmakta, hatabî yöntemin
olgunlaşmasının ardından insanların görüş ayrılığına düştüklerini ve herkesin
kendi görüşünü temellendirmeye çalıştığını söylemektedir. Bu sürecin
yaşanmasının ardından da doğal olarak farklı görüş taraftarları kendi görüşlerini
itiraza mahal vermeyecek şekilde güvenilir kılmaya çalışmışlardır. Fârâbî, cedelî
yollara (et-turuku’l-cedeliyye) geçilinceye kadar bu sürecin devam ettiğini
söylemektedir.352 İşte cedelî yönteme geçişin ilk günleri bu şekilde başlamış
olmalıdır. Buradan hareketle hatabî yöntemin evrilmesi ile ortaya çıkan cedelî
yolları “ilk cedelî soruşturmalar evresi” olarak isimlendirdik. Daha sonra sofistik
yollar oluşmaya başlamış, yine bu sürecin devamında daha önceden başlangıç
aşamasını yaşamış olan ilk cedelî soruşturmalar olgunluk evresine geçmiştir. Bu
süreçlerin ardından sofistik yöntem (et-turuku’s-sûfistâiyye) ve cedelî yöntem
hitâbetten tamamen ayrılmıştır. Burhânî yöntemin fark edilmesiyle de bütün
sanatlar birbirinden ayrılacaktır.353
106
burhâni-ilmî-felsefî olarak nitelendirilmeye müsâit olduğunu görmekteyiz.355
Fârâbî, bu dönemde kullanılan yöntemi karışık yöntem (et-tarîku’l-muhtalat)356 ve
birleşik kıyâsî sanatlar (sınâyi’ kıyâsiyye murakkebe)357 şeklinde
isimlendirmektedir. Bu anlatıları yukarıdaki paragrafta serimlediğimiz anlatılarla
yan yana getirdiğimizde konuyu tekrardan şöyle îzâh edebiliriz: Hitâbetle başlayan
karışım ilk cedelî soruşturmaların ardından sofistik perspektifin oluşumuna ön
ayak olmuştur. Bu aşamadan sonra ise hitâbet sanatı geride kalmış ve temel
anlamda üç yöntem iç içe geçmiş ve hakîkat araştırması da bu üç yöntemin
birbirine karışmış bir yöntemle icrâ edilmeye çalışılmıştır. Bu aşama üç yöntemin
(et-turuku’s-selâse) karışımı aşamasıdır.358 Bu üç yöntemin konu (mevdû’ât) ve
sorunları (matlûbât) aynıdır.359 İnceledikleri konu açısından bakıldığında bu üç
sanatın her biri de felsefî olarak nitelendirilebilir. Ancak elde edilen görüşlerin
doğruluğu açısından bakıldığında ise sadece burhânî yöntem felsefî yöntem olarak
nitelendirilebilir.360 Hitâbet ve şiir sanatı ise temel anlamda bu üç yöntemden ayrı
tutulmuştur. Bunun sebebi ise bu iki sanatın cüzîlerle ilgilenmesidir.361
Filozofumuz bundan sonra cüzilerle ilgilenen kıyâsî sanatlardan hitâbet sanatıyla
daha fazla ilgilenecek, şiir sanatını ise bazı durumlarda etkinliğini sürdürmekle
birlikte daha arka planda tutacaktır. Çünkü hatabî yöntem cedel ile birlikte,
burhâni yöntem sonrasında toplumsal birliktelik anlamında çok önemli bir yere
sahip olan din ve dinsel önermelerde kullanılmaya devam edilecektir.362
yöntem olan burhânî yöntem hakîkate ulaşmanın yegâne aracı haline gelmiştir. Bkz. Fârâbî,
Kitâbu’l-Hurûf, 151-2; el-Hatâbe, s. 22. Bundan dolayıdır ki Fârâbî bir eserinde bu beş sanatı
sayarken burhân yerine felsefe kelimesini kullanmayı tercih etmiştir. Bkz. Fârâbî, et-Tavtıe, thk.
Refîk el-Acem, s. 56.
361 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 88.
362 Fârâbî, Kitâbu’l-Mille, thk., s. 47-8/çvr., s. 261-2. Yine din ve dinde kullanılan tasdik türü için bkz.
107
sanatları elde etmelerinin ardından önce etraflarında ve gökyüzünde gördükleri
şeyler, yani ileride nazarî felsefenin alanına girecek olan varlıklar üzerine
düşünmeye başladılar. Bu düşünme tarzı kıyaslar kurularak yapılıyordu. Filozofa
göre ilk düşünürler bu kıyasları bilinçli bir şekilde kurmamaktadırlar. Doğa ve
evren hakkındaki düşünceler belli bir süre sonra yerini insana ve insanın
toplumsal yaşamına ilişkin sorunlara, ki bu sorunlar da ileride amelî felsefenin
sorunları olacaktır, bırakmaya başlamıştır. Âvâmdan ayrılarak “düşünürler”
olmaya başlayan bu insanlar bahsettiğimiz konular üzerine akıl yürütmeye ve
vardıkları sonuçları dil aracılığıyla diğer insanlara anlatmaya başlamışlardır.
Hitâbet sanatını anlatırken çizmeye çalıştığımız retorik sahneyi göz önünde
bulundurursak bunu daha iyi anlayabiliriz. Karşılıklı diyaloglar sayesinde
düşünceler (el-ârâ) ve kanaatler ortaya konulmaya başlanmıştır. Bu diyaloglar
daha çok toplumsal meselelerin-adaletin tartışıldığı mahkemelerde363 ve
siyasetçilerin halka yönelik yapmış oldukları konuşmalarda ve bilimsel
tartışmaların yapıldığı münazaralarda gerçekleştirilmiş olmalıdır. Eski zamanların
düşünürleri, üzerinde düşündükleri konularla ilgili olarak belli kanaatlere sahip
olmaya ve bu kanaatleri ispatlamaya çalışmıştırlar.364 Bu iyi niyetli doğruluk
araştırmaları belli bir süre sonra farklı kanaat ve görüşlerin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Bir düşünür belli bir konu ile ilgili olarak belli bir kanaate ve
görüşe sahip olmuş, daha sonra da sahip olduğu ve doğru olduğuna inandığı
görüşlerini diğer düşünürlere aktarmıştır. İşte bu sayede, yani karşılıklı görüş alış-
verişi ve tartışmalar neticesinde farklı kanaatler ve görüşler gün yüzüne
çıkmıştır.365
363 Burada cedel ile hitâbetin iç içe geçmiş olduğunu düşünebiliriz. İleride açıklayacağımız üzere
cedelciler (mucâdil) soru soran (es-sâil) ve cevap veren (el-mucîb) olmak üzere iki kişiden
oluşmaktadır. Ancak Aristoteles bu sanatın hâkimler karşısında da icrâ edilebileceğinden
bahsetmektedir. Aristoteles, Organon 5-Topikler, çev. Hamdi Ragıp Atademir, Millî Eğitim Basımevi,
İstanbul 1952, s. 20
364 Fârâbî, el-Hatâbe, 15; Kitâbu’l-Hurûf, s. 150.
365 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 22.
366 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 21.
108
adaylarının önünde birkaç seçenek kalacaktır. Bunlardan birisi kendi görüşünü
açıklamak ve bunun doğruluğunu ispatlamaktır. Eğer bu başarılamazsa kişi
karşıdakinin görüşünü kabul edecek ve önceki görüşünden vazgeçilecektir. Ya da
hem kendi görüşünden hem de karşıdakinin görüşünden şüphe duymaya
başlayacaktır. Kişi bu durumda önce kendi görüşünü ardından da karşısındakinin
görüşünü sorgular. Böylelikle kendi görüşünü kurgulamakta ve güçlendirmekte
karşısındakinin görüşünden de yararlanmış olur. Yani insanlar kendi görüşlerini
geliştirme hususunda birbirleriyle yardımlaşmış ve kendilerini geliştirmiş de
olurlar. Diyaloglar ileride daha geniş bir şekilde açımlayacağımız gibi soru cevap
şeklinde gerçekleşmiştir. Diyaloğun bir alternatifi de görüşlerin yazımı-
kitaplaştırılmasıdır.367
109
sürekli fikir değiştirir.370
110
tanımlanmış ve burhânın hâkimiyeti ve hükmü altında varlıklarını sürdürmeye
devam ettirmişlerdir. Yöntemlerin tarihsel gelişimi bu şekilde olmuştur. Ancak
burhânî yöntemin hakîkat iddiâsı ve hâkimiyeti anlayışının İslam dünyasında
Fârâbî, İbn Sînâ374 ve İbn Rüşd375 tarafından savunulmuş olması bütün felsefe
tarihinin bu şekilde devam ettiği ve ileride de böyle bir seyir izleyeceği anlamına
gelmez. Başta Fârâbî olmak üzere Meşşâî okulun temsilcilerinin hepsinin
gönüllerinde yatan budur. Fârâbî, felsefeye sadece bu şekilde bir evrimsel geçmiş
yazmakla kalmamış, ileride ayrıntılı olarak değineceğimiz üzere, ona aynı zamanda
bir gelecek de tâyin etmiştir.
İbn Rüşd, “Faslu’l-Makâl”, Felsefe-Din İlişkileri, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
375
111
bulunmadığını ve bu yüzden de her şeyin bir sükûnet içinde bulunduğunu
söylemiş, kozmoloji konusunda da Parmenides’in “birlik” düşüncesine sadık
kalmıştır.
376 İlyas Altuner, Yeniçağ Akılcı ve Görgücü Felsefelerinde Zihin-Kavram İlişkisi, MÜSBE
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007, s. 7.
377 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 30.
378 Tezimizin 2.1.1.3 numaralı başlığındaki ilgili kısma bakılabilir.
112
göre- isyancı ve haksız bir şekilde yenilendiğini söylemekte ve “Rivâkiyyûn”un379
felsefî tavrını buna örnek göstermektedir.380
Cedelî sözler iki şeyde kullanılma özelliğine sahip sözlerdir: Birinci olarak
onlar soru soranın, bütün insanların kabul ettikleri yaygın şeylerle (al-aşyâ al-
maşhûra) yine insanlar arasında yayılmış olan sözlerle (al-akvâl al-maşhûra)
korumaya ve zafere ulaştırmaya çalıştığı bir konuda cevap vereni yenmeye
çalıştığında kullanılırlar. Soru soranın cevap vereni insanlar arasında yaygın
olmayan sözler ve bakımlardan yenmeye çalışması ve cevap verenin de yine
ortaya attığı şeyi insanlar arasında yaygın olmayan sözlerle korumaya ve zafere
ulaştırmaya çalışması durumunda, onların her ikisinin de fiili, cedelî bir fiil
olmaz.
Beşinci kitap cedelî sözleri, cedelî soru ile cedelî cevabın durumunu sınayıp
denemeye yarayan sözleri, özetle cedel sanatını mükemmelleştiren ve bu
sanatın kanunlarının daha mükemmel, daha üstün ve daha etkili bir hale
379 Stoacılar hakkında kısa bilgi için bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları,
İstanbul 1999, s. 806-7; Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Hü-Er Yayınları, Konya 2000, s.
295-314.
380 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 59.
381 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 57/et-Tavtıe fi’l-Mantık: Mantığa Başlangıç, s. 20/28.
382 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 62-3.
113
gelmesine hizmet eden kanunları içine alır. Bu kitap Arapça’da Cedelî Yerler
Kitabı, Yunanca’da Topikler adı ile adlandırılır.383
cedel sanatını yöntemsel evrim bağlamında ele alıyoruz. Yöntemin tanım ve genel bir tanıtımı için
ayrıca şu metinlere de bakılabilir: Muhammed Rızâ el-Muzaffer, el-Mantık, s. 303-35; İbrahim
Emiroğlu, “Cedel Nedir?”, DEÜİFD, sy. 12, s. 17-37; “Cedelin İşleyişi ve Değeri”, Tabula Rasa, sy. 2, s.
73-92; Klasik Mantığa Giriş, s. 215-21; Necip Taylan, Mantık, s. 137.
114
2.1.2.4. Cedel Sanatının Öncülleri: Meşhûrât
el-Basâiru’n-Nasıriyye fî ‘İlmi’l-Mantık, s. 388-9; Necip Taylan, Mantık, s. 137; Necati Öner, Klasik
Mantık, s. 188.
393 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 17.
394 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 51.
395 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 21.
396 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 30; Kitâbu’l-Burhân, s. 21, 86.
115
makbûlât, meşhûrât, mahsûsât ve yakîniyyât şeklinde sıralamaktadır.397
Filozofumuz bunların dışında kalan bilgi sınıflarının ise kıyas ve istinbat yolu ile
öğrenildiğini söylemektedir.398 Buna göre bütün bilgilerimiz kıyasların
kendilerinden yapıldığı bu dört tür öncülden oluşmaktadır. Hayatımızın ilk
yıllarında (fî evveli emrinâ) bizde makbûl, meşhûr ve yakînî ilkeler henüz
birbirinden ayrılmış değildirler ve biz bunları birlikte kullanırız.399 Bundan dolayı
diyebiliriz ki bizdeki ilk yakînî öncüller mahsûsât türü öncüller olmalıdır ve en
başta kullandığımız öncüller makbûlât, meşhûrât ve mahsûsâttan ibârettir. Bu üç
tür öncülden mahsûsât ve meşhûrât bize göre makbûlâttan daha önceliklidir.
Makbûlât türü öncülleri biz, mahsûsât ve meşhûrât ile yeniden gözden geçirir ve
doğruluğunu bunlarla yeniden deneriz (tashîh-imtihân). Meşhûrât ise mahsûsâttan
daha özeldir. Çünkü bütün canlılar duyumlama yetisine sahipken, meşhûrâttan
alınan deliller, insan aklının ortaya koymuş olduğu delillerdir (hucecu’l-‘ukûl).
Mahsûsât cedel sanatında kullanılmaz. Çünkü bu tür öncüllerin konusu tekillerdir
(eşhâs). Mahsûsât, konusu tekiller olan küllî öncüllerin doğrulanması amacıyla
istikrâda (tümevarım) kullanılır. Ancak mahsûsâtın meşhûrâta dahil olduğunu da
söylememiz gerekir.400 Buna göre bizler ilk olarak makbûlât türü öncüllere
dayanarak düşünmekteyiz. Zaman geçtikçe mahsûsât ve meşhûrât türü öncüllere
başvurarak ilk öğrendiklerimizi yeniden gözden geçirmeye çalışıyor ve doğruya
daha da yaklaşıyoruz. Ancak belli bir olgunluğa ve bilişsel düzeye geldikten ve
öğrendiğimiz doğrular üzerinde düşündükten sonra cedelî yöntemin öngördüğü
düzeye ulaşmış ve doğrularımızı yeniden gözden geçirmiş olabiliriz.401 Fârâbî’nin
terminolojisiyle konuşacak olursak Gazâlî402 (1058-1111) ve yine benzer şekilde
397 Filozof, bu öncüllerin her birisini tek tek tanımlamıştır. Bkz. Fârâbî, “el-Fusûlu’l-Hamse”, el-
Mantık ‘inde’l-Fârâbî 1, thk. Refîk el-Acem, Dâru’l-Maşrık, Beyrut 1985, s. 64-5; Kitâbu’l-Cedel, s. 19.
Fârâbî, bir diğer eserinde bu dört öncülü zikrederken, “yakînî” yerine “ma’kûlât” kelimesini
kullanmayı tercih etmiştir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Kıyâs, s. 17-8. Filozof bir başka eserinde ise bunları
bütün halktan ya da çoğunluktan alınmış meşhûr şeyler ve tecrübe ve müşâhade ile elde edilenler
diye ikiye ayırmıştır. Bkz. Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, s. 80. Ancak yukarıdaki ifâdeler onun görüşünü
daha iyi yansıtmaktadır.
398 Fârâbî, el-Fusûlu’l-Hamse, s. 65.
399 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 85; Kitâbu’l-Cedel, s. 19.
400 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 19.
401 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 30.
402 Bu tavır filozofun yazmış olduğu otobiyografinin tamamına yansımıştır. Gâzâlî, el-Munkıd mine’d-
116
Descartes’in403 (1596-1650) şüphe dönemlerini onların ilk cedelî dönemleri olarak
ifâde edebiliriz. Her iki düşünürün sofistik çağları ise her şeyden yani makbûlât,
mahsûsât ve meşhûrât türü öncüllerden bile şüphe duydukları zamanları kapsar.
En nihâyetinde cedelî soruşturmaların devamı (hakîkât arayışı) neticesinde yakînî
olana ulaşmışlar ve hakîkatin bilgisini elde ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Yukarıda tek tek her bir insanın yetişme evrelerini göz önünde tutarak
öncüllerin oluşumu sorununa dâir yapmış olduğumuz araştırmayı tarihsel
dönemler, ya da konumuz açısından ifâde ederek diyelim, felsefî evreler üzerinden
düşünürsek nasıl bir tabloyla karşılaşırız? Bize göre toplumsal yaşamın ilk
aşamalarında, ki bu aşamalar şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız aşamalardır,
insanlar ilk olarak gördüklerine inanarak, yani duyuların verileriyle düşünerek ve
bununla birlikte ve yine bunun devamında, toplumda kendisine güvenilen bazı
bireylerin görüş ve kanaatlerini önemseyerek düşünüyorlar ve “doğru” olanı bu
şekilde belirliyorlardı. Bunun ardından daha üst düzey bir düşünme tarzı olan
cedelî düşünme tarzı ortaya çıkmaya başlamış ve felsefe sorunları bu yöntemle ele
alınmış olmalıdır. Karşıt kanaatlerin ortaya çıkmaya başladığı bu evrede bazı
insanlar (Sofistler) şüphe ve hayret düzeyinde kalmışlarıdır. Onları hariç tutacak
ve burhânî düşünceye temel olacak olan cedelî perspektif üzerinde yoğunlaşacak
olursak bu dönemin düşünürlerinin burhânî perspektifin hakîkatinin bir alt
aşamasını yaşamış oldukları kanaatine varabiliriz.404 Elde edilen meşhûrât türü
öncüller uzunca bir birikimin ve sürecin ardından oluşmuştur. Her bir insan bütün
bunları tek başına elde edemez. Bu, toplumda yaşayan ve amelî ve nazarî sorunlar
üzerine düşünen insanların ortak mîrâsıdır.405 Süreç ilerledikçe ve aynı kanaati
taşıyan insan sayısı ve grupları arttıkça meşhûrât türü kanaatler daha da
olgunlaşacak406 ve belli bir şüphe döneminin ardından aynı konularda birbirine
karşıt olan ama belli bir hakîkat anlayışı olan birden fazla karşıt görüş ortaya
403 René Descartes, Metod Üzerine Konuşma, çev. K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1994, s. 15-
21; Metafizik Düşünceler, çev. Mehmet Karasan, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1962.
404 Burhânî yöntem gibi cedelî yöntemde de samîmî bir şekilde amaçlanan şey hakîkatin bilgisidir.
117
çıkacaktır. Burhânî düşünce ise ancak bu aşamanın ardından oluşabilecektir.407
118
farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadırlar.413 Burhânî yöntemde ise filozof her bir
doğruyu bizâtihî kendisi düşünmek, tecrübe etmek ve doğrulamak sûretiyle
bilir.414 Dolayısıyla cedelî yöntemin zihindeki meşhûr öncülleri varlıkla mutâbık
değilken, burhânî yöntemin kullandığı öncüller varlıkla mutâbıktır.415 Meşhûr
öncüllerde övgüye (muessir-mahmûd) ve yergiye (mutarrah-mustenker) konu
olan öncüller (eş-şenî’), burhân sanatında doğru (es-sâdık) ve yanlışın (el-kâzib)
konusu olurlar.416
413 Filozof bu bilgilerin farklı toplumlarda ve zaman içerisinde değiştiğini söylemiş ve bu görüşünü
ispatlamak gayesiyle Aristoteles’in kitaplarından örnekler vermiş ve bu örneklerde ifâde ettiği
kelimelerin Arapça’da olmadığını vurgulamıştır. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 85-6.
414 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 18.
415 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 23.
416 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 20.
417 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 75.
418 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 75-6.
119
görme duyumuzla öğreniriz.419 Yine bunun gibi mesela, matematikçilerin
ilgilendikleri bazı konularda olduğu gibi bir takım problemler vardır. Halkın bu ve
benzeri konularla ilgili her hangi bir düşüncesi ya da kanaati söz konusu
değildir.420 Bundan dolayı bu ve benzeri durumlar da cedelî düşünme tarzının alanı
değildir. Cedel sanatının icrâ edilmesinin anlamlı olduğu, yani meşhûr öncüllerle
ispat ve çürütmenin mümkün olduğu şeyler cedelî matlûblardır.421 Cedelî
matlûblar, cedelî öncüller getirilerek üzerinde tartışmaların yapıldığı konulardır.
Bu konular üzerinde yapılan cedelî diyaloglar ve tartışmalar neticesinde karşıt
fikirler ortaya çıkmıştır. Immanuel Kant’ın (1724-184) çok daha sonraları saf aklın
antinomileri (çatışkıları)422 olarak isimlendireceği “Âlem ezelî midir, yoksa hâdis
midir?”, “Âlem (uzamsal olarak) sonlu mudur, değil midir?” ve “Cisim sonsuza
kadar bölünebilir mi, bölünemez mi?” şeklindeki metafizik sorunlar423 Fârâbî’ye
göre de Aristoteles’in dediği gibi çözülmesi zor sorunlardır.424 İnsanın bu konularla
ilgili olarak kesin bir yargıya varması çok zordur. İşte gerçek anlamda cedelî
matlûb olarak isimlendirilecek matlûblar bunlardır. Fârâbî, bu meseleler üzerinde
çokça düşünüldüğünü hatta abartılı bir noktaya gelindiğini söylemektedir.
Aristoteles bu konularla eskiden cedelcilerin ilgilenmiş olduğunu söylemektedir.425
Kant da saf aklın bu sorunları çözemeyeceğini söylemiş ve bu konuların çok uzun
yıllar tartışıldığını ancak bunlarla ilgili olarak kesin bir yargıya varılamadığını ifâde
etmiştir. Fârâbî’nin kavramlarıyla söyleyecek olursak bu konular üzerine yapılan
tartışmalar cedelîdir, yani karşıt iki hüküm de aynı anda kanıtlanabilir. 426 Kant
bunu çok açıkça ortaya koymak için, önceki filozofların karşılıklı ispat ve
Konu ile ilgili olarak İzmirli İsmail Hakkı’nın şu kısa değerlendirmesi de ilginç gözüküyor: “Fârâbî
kanıtların denkliğini (tekâfu-i edille) zorunlu meselelerde mümkün görmediğinden Kant’ın ortaya
koyduğu “antinomi”yi (çatışkı) ancak kandırıcı (iknaî) gibi mümkün olanlarla sınırlıyordu.” Bkz.
İsmail Hakkı İzmirli, İslâm’da Felsefe Akımları, hz. N. Ahmet Özalp, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997,
s. 83.
423 Kant bu sorunlara Aristoteles ve Fârâbî’den farklı olarak zorunlu nedensellik-özgürlük sorununu
230.
120
çürütmelerini “sav-karşısav” şeklinde karşılaştırmıştır.427 Fârâbî’ye göre
cedelcilerin (mucâdil) tartışma alanı olarak görülen bu konular, meşhûr öncüllere
dayanılarak tartışılmıştır ve her konuyla ilgili olarak birbirine karşıt öncüller
getirilmiştir. Galenus gibi bazı düşünürler de bundan dolayı bu konular hakkında
burhân getirilemeyeceğini ve getirilse de bunların birbirine denk (mutekâfie)
olacağı fikrine varmıştır.428
Soru soran kişi, cevap veren durumunda olan kişinin savunmaya çalıştığı
(tedammene hıfzahû) hükmü (vad’) çürütmeyi (ibtâl) amaçlarken, cevap veren
durumundaki karakter ise, soru soranın çürütmeye çalıştığı hükmü savunmaya
sayfalara bakılabilir: Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 13, 14; Aristoteles, Organon 5-Topikler, s. 41,59.
431 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 14. Hitâbet sanatındaki karakterleri ilk bölümde ele almıştık. Konu için
konulmuş olan belli bir yargı ile karşı karşıyayız. Bu isimlendirme, pek tabiî ki cedelcilerin değil,
burhân hocasının (mu’allim) bir isimlendirmesidir. Dolayısıyla burhânî perspektiften bakıldığında
cedelcilerin yargıları karşıt olarak isimlendirilmelidir. Konu ile ilgili olarak Mehmet Özturan’ın
değerlendirmelerine de bakılabilir: Mehmet Özturan, Fârâbî’nin Epistemolojisinde Kesinlik Problemi,
s. 150 ve ayrıca s. 152’deki 576 numaralı dipnot. Biz burada ‘inad kavramıyla görüşlerinde
dogmatik davranan, direten karşıt görüşlü iki kimsenin vasfını dile getiriyoruz.
434 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 35.
121
çalışır.435 Görüleceği üzere burada bir zıttın iki cüzünden birisi (cüz’ün min
cüz’eyi’n-nakîd) çürütülmek ya da ispat edilmek istenmektedir.436
122
vurgulamamız gerekmektedir.440
440 Cedelci ile sofist arasındaki farklılıklar için bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 53. Sofist ile bilge ve
bilgelik öğrencisi (burhân öğrencisi) arasındaki farklılıklar için ise bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 49.
441 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 26.
442 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 22; Kitâbu’l-Hurûf, s. 151.
123
oluşumunun tamamlanmış olduğu tarihi bulmuş olduk. Ancak bu felsefe tarzının
ilk olarak ne zaman başladığı sorunu hâla muallakta kalıyor. Bunun sebebi de
filozofun bahsetmiş olduğu ve yukarıda ana hatlarıyla tasvir etmeye çalıştığımız
birleşik kıyâsî sanatlar dönemidir. Bu dönemde zamanın düşünürlerinin
kullandıkları soruşturma yöntemi hatabî, sofistik, cedelî ve burhânî tarzın hepsini
barındırmaktaydı. Fârâbî, yöntemlerin iç-içe geçmiş olduğu bu felsefî dönemi
Pythagoras’ı, Pythagorasçılar’ı443, Rivâkiyyûn’u, burada bu okulun Aristoteles
sonrası dönemi kapsadığını hatırlatalım, ve Tabîiyyun’u (doğa filozofları) örnek
vererek somutlaştırmaktadır. Buna göre son iki okulun mensupları tabîiyyât ve
ilâhiyât alanında araştırma yaparlarken zikredilen kıyâsî sanatların hepsini de
kullanmışlardır. Bundan dolayı onların felsefeleri tam anlamıyla bir felsefe
değildir.444 Bu karmaşık dönemle birlikte bir de sofistik felsefeyi düşünmemiz
gerekmektedir. Filozofumuzun dediğine göre bazı dönemlerde de hitâbet ile cedel
sanatı iç-içe geçmiş ve cedel, hitâbet sanatından doğmuştur.445 Biz bu dönemdeki
cedelî tarzı ilk cedelî soruşturmalar olarak ifâde etmiştik. İlk cedelî
soruşturmaların ardından da sofistik felsefenin ve Sofistlerin geldiğini söylemiştik.
Bu verilerden hareketle kısaca söylememiz gerekirse, cedelî felsefe sofistik
felsefeden sonra ortaya çıkmış ve Platon ve Aristoteles’e kadarki süreç içerisinde
varlık göstermiştir. Hatabî düşüncenin hâkim olduğu yılların ardından gelen belli
bir dönemde de birleşik kıyâsî sanatlar ortaya çıkmıştır. Yöntemlerin bu iç-içe
geçmesi ve birleşmesi sorunundan dolayı gerçek felsefî yöntemin oluşumunun
merhaleleri olan bu süreçleri tarihsel olarak çok kesin bir şekilde birbirinden
ayırmak zorlaşmaktadır. Fârâbî’nin anlatım tarzındaki zorluğa ve kapalılığa işâret
etmiş olduk. Şimdi ise bu anlatıları göz önünde tutarak, burhânî felsefenin
başlangıcı kadar açık olmasa da, cedelî felsefenin ortaya çıktığı sürece ve gerçek
anlamda cedelci olarak görülebilecek kişilerin kimliğine dâir bir araştırma
çabasına girebiliriz.
124
biçiminin tabatçı filozoflarca gerçekleştirilmiş olduğunu söyleyelim. Bu evrenin
ardından hatabî ve cedelî yöntemin karıştığı başka bir evre yaşanmış ve bundan
dolayı samîmî anlamda hakîkat derdine düşmüş olan bazı düşünürler belli bir süre
sonra şüpheye düşmüşler ve Protagorasçı bir çizgiye doğru ilerlemişlerdir.446
Böylelikle, bir önceki ana başlık altında ele almış olduğumuz sofistik felsefe ve
Sofistler ortaya çıkmış ve düşünsel yöntem hakîkatin inkârı üzerine kurulmaya
çalışılmıştır. Mürekkep kıyâsî sanatların yaşandığı evre de yaklaşık olarak bu
döneme, yani Sofistlerin dönemine rastlamaktadır. Fârâbî burhânî yöntemin cedelî
yöntemin içerisinden doğduğunu, yani cedelî yöntemin evrimi neticesinde
oluştuğunu söylemektedir.447 Buradan hareketle şu netîceye varabiliriz: Cedelî
felsefe Yunan dünyasında, sofistik felsefeden sonra, burhânî felsefeden ise önce
ortaya çıkmıştır. Böylelikle cedelî felsefenin tarihi ve coğrafyasına dâir genel bir
çerçeve çizmiş olduk. Peki Pythagoras, Phytagorasçılar ve Stoacılardan
(Rivâkiyyûn) farklı olarak cedelî yöntemi gerçek anlamda kullanmış kişi kim
olabilir? Bize göre bu kişi, Sofistlere ve onların öğretilerine karşı çıkmış, bununla
birlikte hakîkate ve hakîkatin bilgisine inanmış olan bir filozof, yani Sokrates’tir.448
Fârâbî cedelcilerden bahsederken Sokrates’in ismini doğrudan vermemektedir.
Ancak Sofistler’e karşı hakîkatin bilgisinin imkânını savunan ve bu uğurda ölümü
dahî göze alan kişi, Sokrates olmuştur. Fârâbî’nin “burhânî yöntemin ilk mîmarı”
olarak nitelendirdiği kişi olan Platon hepimizin bildiği üzere onun öğrencisidir.
Bundan dolayı yapmış olduğumuz tahminin isâbetli olduğunu söyleyebiliriz.
dair söylediği sözler dikkate alındığında, bu konuda Sokrates’e öncü olmuştur. Aristoteles, önemli
bir kişi olarak naklettiği bu filozofu, onun kimi zaman varlığı tam anlamadığını söyleyerek eleştirir.
Aristoteles, Metafizik, 986b25.
125
(doğurtma)”449 yöntemiyle birebir örtüşmektedir. Sokrates’in Sofistlerden çok şey
öğrenmiş olduğu ve bazı yönlerden onlara benzediği doğrudur. Ancak onu
Sofistlerden ayıran en önemli nokta hakîkate olan inancıydı.
126
Sokrates’in başlatmış olduğu hakîkat iddiâsının çok daha geliştirilmiş ve
sistemleştirilmiş hâlidir. Çünkü başta Platon ve ardından da Aristoteles tarafından
daha sistemli bir şekilde ortaya konulan felsefî düşünce, yaşlanmasına rağmen hâlâ
“hiçbir şey bilmediğini bilen”454 Sokrates’in düşünce tarzından çok daha farklı bir
vecheye sahiptir. Bundan dolayıdır ki, Fârâbî ileride de açıklayacağımız üzere
sürekli burhânî yönteme vurgu yapacaktır.
felsefî düşünce her zaman karşılıklı diyaloglardan beslenmiştir. Bu anlamda Fârâbî, karşılıklı
konuşma tarzının en esaslı öğretme ve öğrenme yolu olduğunu söylemiş ve ilmin öğrenildiği
öğretimin ancak konuşmalarla (el-muhâtaba) mümkün olacağı fikrinde ısrar etmiştir. Bu, cedelde
olduğu kadar burhânda da bir öğretim-öğrenim yöntemidir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 78 vd.
457 David Ross, Aristoteles, s. 76.
127
okuyucuyu burhâna hazırlama yoluna gitmiştir.458 Filozofun Metafizik adlı
yapıtının ilk sayfaları buna örnek olarak gösterilebilir.459
İbn Rüşd mantıkî sanatları kullanarak insanları düzeylerine göre üç kısma ayırmıştır. Bu anlamda
kelamcılar cedelciler olmaktadırlar. Bkz. İbn Rüşd, “Faslu’l-Makâl”, Felsefe-Din İlişkileri, s. 153.
461 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 66; Kitâbu’l-Cedel, s. 28.
128
Felsefe medeniyetinin, felsefenin kurduğu toplumsal yapının temel taşı
burhânî yöntemdir. Bu anlamda bütün bir varlık karşısında İlk Varlığın konumu ile,
burhâni yöntemin Ay-altı dünyanın en mükemmel varlığı olan insanoğlunun
düşünme biçimleri arasındaki konumu aynıdır. Burhânî düşünceyi icrâ etme
yeteneğine sâhip olan filozof da toplumsal sınıfların hepsinin üstündedir.
Dolayısıyla, âlemdeki bütün varlıklar nasıl İlk Varlık’a hizmet ediyorlarsa,
toplumun bütün sınıfları da ilk başkana-filozofa ve dolayısıyla diğer kıyâsî sanatlar
da burhân sanatına hizmet etmelidir. Buradan hareketle söyleyecek olursak cedel
sanatının da burhân sanatına hizmet etmesi gerektiği sonucuna varırız. Felsefî
bilginin temel amacı nihâî mutluluktur. Cedelî yöntemle elde edilmiş bilgi ise
felsefî-burhânî bilgiye ulaşmanın ön şartı ve hazırlayıcısıdır.462 Cedel sanatı bir
alıştırma-egzersiz sanatıdır. Bu anlamda güreş sanatı gibidir. Pratik tekrarlandıkça
kişinin sanattaki mahâreti artar.463 Kant’ın da farklı bir bağlamda ifâde ettiği gibi
“Felsefe yapmak, sadece alıştırma yoluyla ve aklın kullanılmasıyla öğrenilir.”464
Fârâbî açısından bir alıştırma-egzersiz (irtiyâd) sanatı olarak görülen cedel sanatı,
diğer üç kıyâsî sanat gibi burhân sanatının bir âleti konumundadır. Dolayısıyla
burhân sanatı bu sanattan da faydalanır.465
s. 22.
465 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 68.
466 Filozofumuz bir başka kitabında da bu konuya değinmekte ve makbul ve meşhûr ilkelerin yakînî
ilkeleriden ayırt edilmesi hususundaki faydasını anlatmaktadır. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 85.
467 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 29; Mantıkta Kullanılan Lafızlar, s. 160.
468 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 209-10.
129
Yetişme çağımızda öncelikle makbûl ve meşhûr öncüllere dayanarak
düşünür ve bilgilerimizi bu şekilde öğreniriz. Bu, eğitim sürecimiz için çok
önemlidir. Ancak hakîkatin bilgisini aramaya başlarsak, yani gerçek anlamda felsefî
bilginin-doğru bilginin (el-‘ilmu’l-yakîn) ardına düşersek, bu bilgilerin gerçek
anlamda doğru olmadıklarını fark etmeye başlarız. Bu süreç ilksel doğru
öncüllerdeki (el-mukaddimâtu’s-sâdıkatu’l-uvel) yanlışları ayıklama dönemidir ve
cedel sanatının icrâsıyla gerçekleşir. Cedelî diyalog karşıt öncüllere ulaşarak
yanlışlarımızı fark etmemiz husûsunda bizlere yardımcı olur.469 Kant’ın şu sözü de
Fârâbî’nin kaygılarını anlama hususunda bizlere yardımcı olabilecek gibi
gözüküyor: “Karşıt nedenler ortaya konulmadıklarında, hiç kimse bir meseleden
emin olamaz.”470
130
cedelî bilgiye yatkındır ve bundan dolayı cedel ile eğitilirler.475 Cedel sanatında
mahâret kazanmak isteyenler bu şekilde amaçlarına ulaşabilirler.476 Bazı gerekli
bilgilerin toplumun belli katmanlarının zihinlerine yerleştirilmesi de cedel
sayesinde mümkün olabilmektedir.477
Kitâbu’l-Hurûf, s. 151-2.
131
çıkışıyla nihayet bulmuştu. Ancak insanın toplumsal yaşamı da tam burada
başlamakta ve yine eksikten mükemmel olana doğru devam ede gelen süreç, farklı
bir sahnede yeniden karşımıza çıkmaktadır. Toplumların ortaya çıkması ve ilk
bölümde ayrıntılı olarak anlattığımız süreçlerin ardından da “burhânî” perspektifin
kendisi için temel teşkil ettiğini düşündüğü sofistik felsefe ile cedelî felsefe
aşamaları art arda gelmektedir. İşte mükemmelliğe giden yolun en nihâî aşamasına
da böylelikle, yani burhânî felsefenin tarih sahnesine çıkmasıyla ulaşılmış
olmaktadır. Bu felsefe tarzının ötesinde başka bir felsefe tarzı olamaz.481 Çünkü
“hakîkate giden yol”, “burhânî felsefenin” yoludur. Bu aşamadan sonra ise, Fârâbî
doğrudan değinmemiş olsa bile bize göre, yine farklı bir bağlamda toplumsal ve
düşünsel aşamalar yaşanmaya devam edecektir. Bu bağlam ise bütün dünya
insanını burhânî felsefenin hükümdarlığı altında yönetilmesi ve her bir insan
sınıfının mutlu olmasını sağlama imkânının aranması hülyâsıdır.482 İlk Varlık ile
diğer varlıklar arasındaki hiyerarşik düzen ilişkisi Ay-altı dünyadaki toplumsal
yaşamda bu şekilde açımlanmış ve toplumun diğer kademelerine ilk başkan (er-
reîsu’l-evvel) vasıtasiyle yansıtılmış olacaktır.483 Bize göre Fârâbî’nin hayâlini
kurduğu bu burhânî epistemolojiye dayalı felsefe tarzı Ay-altındaki mükemmellik
sürecinin en son aşamasıdır. Ancak ne yazık ki bu son aşama sadece bir ideal
olarak kalmaya ve filozofun kendi sisteminin de en zayıf noktasını teşkil etmeye
devam edecektir.484
481 Fârâbî bunu açık bir şekilde dile getirmiştir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 152.
482 Bize göre Fârâbî’nin fazîletli toplum projesi tarihte tecrübe edilmemiş olan, ancak gelecekte bir
gün gerçekleşmesi arzulanan bir idealdir.
483 Konuyla ilgili olarak bkz. Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla ve Mutedâddâtihâ, s. 114.
484 Burada filozofun faziletli toplum görüşünün bir hülyâ olduğunu söylüyoruz. Nitekim Fârâbî,
132
2.2.1. Bütün Bir Tarih Okumasının Temeli Olarak Burhânî Felsefe
Konu ile ilgili olarak yeri geldikçe değinmeye çalıştığımız bir diğer husus
da, her bir kıyâsî sanatın kendisini ancak, kendisinden sonraki süreç sâyesinde
anlamlandırabilmesiydi. Hitâbet sanatının kendinin farkına varması, ancak cedel
sanatının ve sofistik sanatın ortaya çıkışıyla mümkün olurken; sofistik sanatın
kendini anlamlandırması, cedel sanatının olgunluk çağına ulaşmasıyla ve nihayet
cedel sanatının kendi kimliğinin ayırdına varması da burhân sanatının ortaya
çıkışıyla mümkün olabilmiştir.487 Ancak burhân sanatının kendisini
485 Konu ile ilgili olarak hitâbet, şiir, sofistik sanat ve cedel sanatını ele almış olduğumuz başlıklara
yeniden bakılabilir.
486 Bunun en açık örneklerinden birini filozofun el-Hatâbe adlı eserindeki, hitâbet sanatını
incelerken de doğrudan alıntı yaparak belirttiğimiz paragrafında görebiliriz. Bkz. Fârâbî, el-Hatâbe,
s. 15.
487 Filozofun bu tavrını Kitâbu’l-Hurûf’ta açıkça görmekteyiz. Ona göre bu sanatların tamamen
birbirinden ayrışması ancak mantık sanatının kemâle ermesi ile mümkün olabilmiştir ki, mantık
133
anlamlandırması için başka bir sanata ihtiyacı yoktur. Bu anlamda üçüncü
bölümde ele alacağımız ve burhânın ardından gelecek olan din (el-mille), hiçbir
zaman burhânî felsefeyi anlamlandırma iddiâsında bulunamayacaktır. Tam aksine
ileride de ayrıntılı olarak ortaya koyacağımız üzere din de burhânî felsefenin
anlam çerçevesinde kendisine ayrılan bölümde yerini alacak ve belirleyen değil,
felsefe tarafından belirlenen konumunda kalacaktır. Kısaca yeniden vurgulamak
gerekirse Fârâbî açısından burhân sanatı/burhânî yöntem/burhânî epistemoloji,
kendisinden önceki bütün bir tarih-öncesinin ve tarihsel sürecin kendisi üzerinden
tanımlandığı, okunduğu, anlamlandırıldığı temel bir perspektiftir. Bunu
belirttikten sonra, bu yöntemsel-epistemolojik perspektifi ana hatlarıyla
incelemeye başlayabiliriz.
Burhanla ilgili sözler, bilmek istediğimiz bir konuda bize kesin bilgiyi (al-
‘ilm al-yakîn) verme özelliğine sâhip olan sözlerdir –insan bu sözleri ister bir
konuyu açıklamak (istinbât) üzere kendisi ile ruhu arasında kullansın, ister
onlarla başkasına hitâp etsin, isterse bir başkası sözü edilen konuyu düzeltmek
üzere o sözlerle kendine hitap etsin-. Çünkü bütün bu durumlarda o sözlerin
özelliği, kesin bilgiyi vermesidir. Bu bilgi ise, aksinin varlığı asla mümkün
olmayan, insanın kendisinden dönmesi hiçbir zaman mümkün olmadığı gibi
kendisinden dönmesinin mümkün olduğu da düşünülemeyen bir bilgidir…
İnsan onunla ilgili olarak hiçbir bakımdan ve hiçbir nedenle hiçbir şüphe ve
sanatının kemâle ermesi de burhân sanatının ortaya çıkışıyla olmuştur. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf,
s. 150-1. Yine Fârâbî’nin benzer tavırlarına örnek olması açısından şu metinlere yeniden bakılabilir:
Kitâbu’l-Cedel, s. 27, 52; el-Hatâbe, s. 22.
488 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 57.
134
tereddüde düşmez.489
Yakîn (kesin bilgi), tasdiğin hasıl olduğu bir doğru hakkında, aslen o şey
hakkında inandığımız varlığının inandığımız şeye hilâfının mümkün
olmamasıdır. Bununla birlikte onunla ilgili olarak, kendisinden başkasının
mümkün olmadığına inanırız. Tâ ki, bir inanç ilk itikadında alındığında onun
ondan başkası olması mümkün değildir. Bu hep böyledir. 491
135
kavramsallaştırmayı tercih ettik. Fârabî’nin de dediği gibi burhân sanatı,
Aristoteles ve tabiî ki Aristotelesçi mantığın temelini oluşturmaktadır.494
Kategoriler, Önermeler ve Kıyas konularını ele alan kitaplar dördüncü kitap olan
Kitâbu’l-Burhân ve diğer dört kıyâsî sanat olan cedel, sofistik, hitâbet ve şiirin
anlatıldığı kitaplar için bir nevî giriştir.495 Burhân sanatı, bilmek istediğimiz bir
konuda bize kesin bilgiyi verme özelliğine sahip olan sanattır.496 Dolayısıyla
hakîkate ulaşmanın yolu burhânî kıyaslardan geçmektedir.497
494 Câbîrî Arap-İslâm aklını ele aldığı eserinde beyan ve irfânla birlikte diğer bir düşünme
biçiminden, yani burhândan da bahsetmekte ve bu düşünme tarzını ana hatlarıyla ortaya koymaya
çalışmaktadır. Bkz. Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 483-599.
495 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 61-7.
496 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 62.
497 Fârâbî, Mantıkta Kullanılan Lafızlar, s. 164.
498 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 19; Felsefenin Temel Meseleleri, s. 117.
499 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 19.
500 Fârâbî’nin bilgi teorisini inceleyen çalışmalarda genelde mantık bilimine-burhân sanatına
değinilmediğini görmekteyiz. Bu tarz çalışmalarda genel olarak psikolojik akıllar teorisi ve nefsin
güçleri gibi konular üzerinde durulmakta, mantık bilimine yer verilmemektedir. Bize göre Fârâbî’de
mantık, bilgi teorisinin temelini oluşturmaktadır. Fârâbî epistemolojisini burhân sanatını ele
136
Bundan dolayı biz, öncelikle bu konulara değinecek, ardından da burhânî tasavvur
ve burhânî tasdik türünü incelemek sûretiyle, Fârâbî’ye göre bir düşünme tarzını
“felsefî” kılacak yegâne mîyar olan “burhânî epistemoloji”yi ana hatlarıyla tasvîr
etmeye çalışacağız.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran “fasl” düşünmektir. İlk bölümde farklı bir
bağlamda ele almış olduğumuz İlk Varlık ve Ay-üstü dünyadaki diğer ayrık
akılların (el-‘ukûlu’l-mufâraka) ve bu akıllar aracılığıyla da faal aklın Ay-altı dünya
ile olan ilişkisini, bu alt-başlığımızda “bilgi sorunu” bağlamında yeniden
düşünmemiz gerekmektedir. Fârâbî’ye göre Ay-altı dünyanın en üstün varlığı olan
insanoğlunun düşünebilmesi, yani kavramların bilgisini elde edebilmesi ve kıyas
kurabilmesi ancak ve ancak faal akılla mümkündür. Faal akıl insanoğlunun akıl
düzeyini bilkuvveden bilfiil hâle getirir. Bilkuvve akıl, aklın sûretleri soyutlamaya
kâbiliyetli olduğu ânın ifâdesidir.501 İnsan, bu sûretleri soyutlayıp, onların
kavramlarının bilgisini elde ettiğinde bilkuvve olan akıl, bilfiil hâle ve bilkuvve
kavramlar (ma’kûlât-akılsallar) da bilfiil kavramlar hâline gelmiş olmaktadır.502
Böylelikle insan, süreç içerisinde şeylerin sûretlerini soyutlayarak onları
akletmeye, kavramsallaştırmaya, yani kısacası onların bilgisini elde etmeye başlar.
Bilfiil akıldan sonra ise müstefâd akıl (kazanılmış akıl) gelmektedir. Müstefâd aklı
ise şöyle anlayabiliriz: Aklın bu düzeyinin bilfiil akıl karşısındaki durumu, bilfiil
aklın bilkuvve akıl karşısındaki durumuna benzemektedir. Yani bilfiil akıl hâline
gelerek kavramın bilgisine sahip olduktan sonra, artık bu kavramlar üzerine
düşünmeye ve bu defa bu kavramların sûretlerini yeniden soyutlayarak kavramları
ikinci bir defâ kavramsallaştırmaya gideriz. İşte aklın bu düzeyi-müstefâd akıl,
almadan incelemiş olan çalışmalara örnek olması açısından bkz. Ian Richard Netton, Fârâbî ve
Okulu, çev. Mehmet Vural, Elis Yayınları, Ankara 2005, s. 53-85; Fârâbî’nin bilgi teorisini mantık
bağlamında ele alan ve bu vurguyu yapan çalışmalara örnek olarak da bkz. Majid Fakhry, Al-Fârâbî:
Founder of Islamic Neoplatonism: His Life, Works and Influence, Oneworld Publications, Oxford 2002,
s. 66-76; Mehmet Özturan, Fârâbî’nin Epistemolojisinde Kesinlik Problemi; Mehmet Bayraktar, İslâm
Felsefesine Giriş, s. 177-8; Munzir el-Kevser, Felsefetu’l-Fârâbî: Allah, el-Vucûd, el-İnsân, Dâru’l-
Hikme, London 2002, s. 165-217.
501 Fârâbî, Aklın Anlamları, s. 130; İdeal Devlet, çev. Ahmet Arslan, Vadi Yayınları, Ankara 1997, s. 88.
502 Fârâbî, Aklın Anlamları, s. 131: İdeal Devlet, s. 88.
137
bilfiil aklın bir üst aşamasıdır.503 Bütün bunların olabilmesi, insanoğlunun
“akledebilmesi”, “kavram bilgisine” ve “kavramların kavramsallaştırılması
düzeyine” gelebilmesi faal akıl sâyesinde mümkündür.504 Bu anlamda bizim bilgi
sâhibi olabilmemizi sağlayan da faal akıl olmaktadır. Faal aklın epistemolojik
konumunu daha açık bir şekilde kavrayabilmek için burada sözü Fârâbî’ye
bırakalım:
503 Bilkuvve ve bilfiil akıl konuları gibi müstefâd akıl konusunu da çok kısaca ve kendi ifâdelerimizle
ele almaya çalışıyoruz. Ayrıntı için bkz. Fârâbî, Aklın Anlamları, s. 132-3.
504 Fârâbî, es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 4-5.
505 Fârâbî, Aklın Anlamları, s. 133-4. Filozof aynı örneği diğer eserlerinde de vermektedir. Krş.
138
edilmesinde temel bir role sahiptir. İnsan aklının durağan bir kâbiliyet hâlinden,
bilfiil hale geçmesi- işlerlik kazanması ancak faal akıl sayesinde mümkün
olmaktadır. Faal aklın bu önemli fonksiyonu gerçekleştirmesi, onun aynı zamanda
duyuların işlerliğinin de bir garantisi olduğu anlamına gelmektedir. Bu anlamda
faal aklın işlevini daha da geniş bir şekilde düşünürsek görürüz ki, faal akıl
kendisinin üstünde bulunan akıllara dayanarak Ay-altı dünyadaki bütün oluşumda
etkin rol oynamakta, bu oluşumun ve insanlıkla birlikte başlayan medenîleşme
sürecininin-insanlığın yeryüzündeki tarihsel mücâdelesinin ve bunların
devamlılığının da temînidir. Buradan konumuz olan bilgi sorununa dönecek
olursak, akıl kuvvetimizin dış dünyaya açılabilmesini, duyularımızın işlerlik
kazanabilmesini ve bütün bunların kendisinde gerçekleştiği nefsimizin var
olabilmesini ve varlığını devam ettirebilmesini sağlayanın da faal akıl olduğunu,
dolayısıyla “belli bir süreç” içerisinde gerçekleşen “bilme” eyleminin temelinde faal
aklın bulunduğunu yeniden vurgulamamız gerekmektedir.
Faal akıl sayesinde bilkuvve akıl düzeyinden bilfiil akıl düzeyine, ondan da
müstefâd akıl düzeyine geçiyoruz. Böylelikle kavramın ve kavramın kavramının
bilgisini, yani tek tek şeylerin (eşhâs-a’yân) ardından tümel-küllî olanın bilgisini
elde ediyoruz. İşte burada “tasavvur”a geçebiliriz. Tasavvur, kavram bilgisidir.
Bizler faal akıl sayesinde kavramların bilgisine, kavramların bilgisinden de
kavramların kavramlarının bilgisine ulaşmaktayız. Bütün bunlar tümellikle-
küllîlikle ilgilidir. Peki varlıkların mâhiyetlerinin bilgilerini içeren kavramların
(ma’kûlât) bilgisine ulaşmamızı sağlayan küllîleri nasıl anlamalı ve açıklamalıyız.
Filozofumuz Kitâbu’l-Burhân’da bu konuyu da incelememektedir. Çünkü bu konu
başka bir metinde detaylı olarak incelenmiştir. O halde biz de bu metne gidebilir ve
küllîleri ve küllîlerin burhânî epistemolojideki işlevini ana hatlarıyla
serimleyebiliriz.
139
Böylelikle kavram bilgisine sahip oluruz. Kavram da bu tek tek şeylerin
soyutlanarak benzer özellikleri taşıyanların belli bir lafız altında toplanmasıdır.
Fârâbî kıyasların kendisinden oluşturulduğu önermelerin konu ve yüklemlerinin
bir anlama delâlet eden lafızlardan oluştuğunu ve bu lafızların da ya küllî ya da
şahsî olduğunu belirtmektedir. Küllî anlam birbirine benzeyen iki ya da daha çok
şeyi ifâde eden anlamken şahsî anlam, kendisinde aslen iki şeyin benzerliğinin
mümkün olmadığı anlamdır. Bundan dolayıdır ki küllî anlama delâlet eden lafız
birden çok şeye yüklem olabilirken şahsî anlamâ delâlet eden lafızlar, sadece tek
bir şeye yüklenebilmektedir.506 Bu anlamda “insan” ve “hayvan” lafızları küllî
anlamlara delâlet ederken, “Zeyd” ve “Amr” lafızları şahsî anlamlara delâlet
etmektedir.507 Böylelikle görülmektedir ki, kıyaslarda kullanılacak yargı bildiren
sözler olan önermelerin konu ve yüklemleri kesinlikle bu iki anlamdan birine
delâlet etmektedir.
506 Fârâbî, Kitâbu Îsâgûcî ey el-Medhal, s. 75; et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 60.
507 Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 60.
508 Fârâbî, Kitâbu Îsâgûcî ey el-Medhal, s. 76.
509 Cins ve tür hakkında kısa bilgi için yine bakılabilir: Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 60.
510 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 167.
511 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 167.
512 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 167.
140
bu sorumuza verilecek cevaplar şunlar olabilir: “O bir hurma ağacıdır.”, “O bir
ağaçtır.”, “O bir bitkidir.” ve “O bir cisimdir.” Burada görüleceği üzere en özel ifâde
“hurma ağacı” ifâdesi, en genel ifâde ise “cisim”dir. “Cisim”den daha genel bir cins
yoksa bu durumda “cisim” “üst cins” olmakta, “hurma ağacı”nın daha özeli yoksa,
yani hurma ağacı kendi altında olan başka bir şeye cins olamıyorsa bu durumda bu
“son tür” olmaktadır. “Ağaç” ve “bitki” lafızları ise “ortadakiler” şeklinde
isimlendirilmekte ve bunların her biri kendisinden altında olanın cinsi, kendisinin
üstünde olanın ise türü olmaktadır. Buradan hareketle de anlayacağımız üzere “O
nedir?” sorusuna dâir birçok yüklem kullanılarak cevap verilebilmektedir.
Böylelikle bir şeye birden fazla yüklemin yüklenebileceğini görmekteyiz.513
513 Biz filozofun ifâdelerini doğrudan tercüme etmek yerine, kendi ifâdelerimizle özet olarak
vermeye çalıştık. Daha ayrıntılı îzâhlara da bakılabilir: Fârâbî, Kitâbu Îsâgûcî ey el-Medhal, s. 76-8.
514 Fârâbî, Kitâbu Îsâgûcî ey el-Medhal, s. 79; et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 61.
515 Fârâbî, Kitâbu Îsâgûcî ey el-Medhal, s. 79-80.
141
tanım olmuş olur ve arkasından “O hangi beslenen cisimdir?” diye sorarız. Buna
verilen cevap “duyumlayandır” şeklindedir. Böylelikle elde ettiğimiz netice şudur:
“O beslenen duyumlayan bir cisimdir”. İşte bu, canlının tanımı olmuş olur. Ancak
insan canlıdan daha özeldir, yani canlının türüdür. O halde tekrar soralım: “O,
beslenen duyumlayan hangi cisimdir?”. Cevabımız “düşünen” olacaktır. Böylelikle
her bir cinsin faslını bulmuş ve tanıma ulaşmış oluruz. Burada “tanımlanmış cins”
kendisiyle ilgili olarak öncelikle “O nedir?”, ikinci olarak da “Hangi?” şeklinde soru
yönelttiğimiz türün fasılla tanımıdır.516
Beş küllînin sonuncusu olan ilinek-araz ise, bir cins veya tür için ondan
daha genel ya da özel bir şekilde ve onun zât ve cevherini ifâde etmeksizin bulunan
müfred küllîdir.519 Buna örnek olarak beyazlık, siyahlık, ayakta olma, oturma,
hareketli ya da durgun olma ve sıcak ya da soğuk olma verilebilir.520 Filozofumuz
arazı da sürekli (arad dâim) ve ayrı (arad mufârık) şeklinde ikiye ayırmaktadır.521
142
bazısının beyaz, bazısınınsa siyah olmasında olduğu gibi.522
Aklın, faal akıl aracılığıyla bilkuvve düzeyden bilfiil hâle gelmesi, sûretleri
soyutlayarak kavram haline getirmesi ve kavramları da birbirleriyle olan içlem-
kaplam ilişkisi bağlamında tasnif etmesi meselesini ortaya koymuş ve böylelikle
düşünen canlı olan insan türünün kavram bilgisini nasıl elde ettiğine dâir genel bir
çerçeve çizmiş olduk. Bu anlamda şeylerin neliğini ifâde eden bilgi türü olan
tasavvurun yargı bildirmeyen, ancak tasdîk-hüküm içeren sözün unsurlarını
oluşturduğunu söyleyebiliriz.529
Kitâbu’l-Burhân, s. 20.
527 Fârâbî, Kitâbu Îsâgûcî ey el-Medhal, s. 86; et-Tavtıe, thk. Refîk el-Acem, s. 62; el-Fusûlu’l-Hamse, s.
143
inanılan şey üzere olduğuna hükmetmesidir. Doğru ise (es-sâdık), zihnin dışındaki
şeyin zihinde inanılan şey üzere olmasıdır.530 Tasdîk, gerçekte doğru ya da yanlış
olabileceği gibi, yakînî ya da yakîne yakın da (mugârib) olabilir. Yakîne yakın
tasdik cedelî tasdiktir.531 Tasdikten bazısı ise bir şeyle ilgili olarak nefsin sükûnunu
ifâde eder. Bu, ilk bölümde gördüğümüz hitâbet sanatının kullandığı belâgî
tasdiktir.532 İşte bu tasdîk yakîne en uzak olan tasdiktir. Yanlış tasdikte aslî olarak
yakîn bulunmaz. Fakat, tasdikte yakîn, sadece doğru için geçerlidir.533 Yakînî
tasdikin karşıtı ise zandır.534 Biz burada zanla ilgilenmeyeceğiz. Ancak buradan
hareketle şunu tekrar vurgulayabiliriz ki, tasdik doğru olabileceği gibi yanlış da
olabilmektedir.535
Yargı ifâde eden sözü bu şekilde belirttikten sonra diğer tasdik türlerini
bir kenara bırakarak filozofla birlikte yakînî tasdiği irdelemeye devam edebiliriz.
bakılabilir.
533 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 20.
534 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 9.
535 Mehmet Özturan, Fârâbî’nin Epistemolojisinde Kesinlik Problemi, s. 29.
536 Fârâbî, Peri Hermeneias Muhtasarı, thk. ve çev. Mübahat Türker Küyel, Atatürk Kültür Merkezi
Yayını, Ankara 1990, s. 31/77 (İlk numara metnin Arapçası, ikinci numara ise Türkçesi içindir.)
537 Fârâbî, el-Fusûlu’l-Hamse, s. 72. Gazâlî’nin benzer ifâdeleri için bkz. Gazâlî, Felsefenin Temel
İlkeleri (Makâsıd el-Felâsife), çev. Cemaleddin Erdemci, Vadi Yayınları, Ankara 2001, s. 57.
538 Fârâbî, el-Fusûlu’l-Hamse, s. 71.
539 Yine öncül ve önerme hakkında bilgi için bakılabilir: Fârâbî, “Küçük Kıyas Kitabı”, çev. Mübahat
Türker-Küyel, Fârâbî’nin Bazı Mantık Eserleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1990, s. 98.
144
Yakîn, zorunlu (darûrî) ve zorunlu olmayan (gayr darûrî) şeklinde ikiye ayrılır.
Zorunlu yakîn, varlığında ona hilâf olan bir şeyin bulunmasının mümkün olmadığı
şey hakkındaki inançtır. Buradaki inancın, inanılan şeye hilâfı hiçbir zaman
mümkün değildir. Zorunlu olmayan yakîn ise belli bir vakit zorunlu olur.
Dolayısıyla zorunlu yakîn, zihinsel bir sorunla karşılaşılmadıkça dâimâ o şekil
kalırken, zorunlu olmayan yakîn, zihinsel bir sorunla karşılaşılmadığı halde
değişebilen yakîndir. Filozof, zorunlu yakîne, “Bütün parçadan büyüktür.”
önermesini, zorunlu olmayan yakîne de “Sen ayaktasın.” ya da “Zeyd evdedir.”
önermelerini örnek vermektedir.540 Zorunlunun karşıtının varlığı imkânsızdır.
Zorunlu olmayanın karşıtının var olması ise imkânsız değildir.541
145
öncüller (el-mukaddimâtu’l-yakîniyye),547 ilk küllî mâkuller (ma’kûlât kulliyye
uvel),548 ilk mâkuller (el-ma’kûlâtu’l-uvel), ilkler (evâil),549 ilk bilgiler (el-
me’ârifu’l-uvel),550 ortak ilk mâkuller (el-ma’kûlâtu’l-uvelu’l-muşterake)551 gibi
aynı anlamı ifâde edecek şekilde benzer isimlerle dile getirmiştir. Bu ilk öncüllerin
kaynağı faal akıldır.552 Filozofumuz bunlara “Bütün parçadan büyüktür.” ve “Tek
bir şeye eşit olan miktarlar birbirlerine eşittirler.” gibi örnekler vermekte553 ve
bunların kaynak olarak faal akla dayandığını belirtmekle birlikte, bunların nasıl
oluştuklarını anlatmanın ya da tartışmanın gereksiz olduğunu dile getirmektedir.
Bunların duyudan elde edildiği söylenemez. Tek tek şeylerin duyularla öğrenilmesi
neticesinde bunların elde edilmesi söz konusu değildir. Çünkü duyularla elde dilen
şeyler cüzîlerdir. Ancak küllîler sayesindedir ki biz sadece duyumladıklarımızı
değil, duyumsamadıklarımızı da bilmiş oluruz. Kıyasla elde edilmeyenlerden
ikincisi olan tecrübeyle elde edilenler de burada devreye girmektedir. Duyular
önemlidir, ancak buradan hareketle bunların duyulardan meydana geldiği
söylenemez. Duyularla elde edilenler tahayyül yetisinde muhafaza edilirler,
bunlardan da mâkûlât ortaya çıkar.554 Tecrübeyle hâsıl olan, bizde cüziyyâtın
duyumsanmasına dayanılarak yakînin elde edildiği küllî öncüllerdir. 555 Tecrübeyle,
istikrâ arasında bir ayrım yapan ve bu ayrımı ciddî anlamda önemseyen filozof,556
kıyastan elde edilmeyen zorunlu yakînî öncülleri, insanda doğal olarak bulunanlar
ve tecrübeyle elde edilenler diye ikiye ayırırken, aslında sadece belli bir sürecin iki
ayrı boyutunu vurgulamaktadır. Yani duyular sâyesinde dışarıya açılan zihnimiz,
duyulardan elde ettiği cüzî bilgileri tahayyül yetisinde tutar. Bundan sonra da
tahayyül yetisinde tutulan veriler mâkulât hâlini alır. Böylelikle hem tasavvur-
role sahip olduğunu belirtmektedir. Bkz. Fârâbî, Fusûlun Munteza’a, s. 54-5/Fusûlü’l-Medenî, çvr.,
76-7.
556 Burada istikraya değinmeyeceğiz. Ayrıntılı bilgi için bakılabilir: Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 24-5.
146
kavram bilgisi, hem de ilk önermelerin bilgisi-ilk tasdîkî bilgiler ortaya çıkmış olur.
557 Fârâbî, Küçük Kıyas Kitabı, s. 101; Kitâbu’l-Cedel, s. 19; Kitâbu’l-Kıyâs, s. 18-9.
558 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 88.
559 Bu konuya tezimizde cedelî felsefenin anlatıldığı alt başlıklarda değinilmişti. Hatırlamak amaçlı
147
Zorunlu yakînin kendisiyle kesinleştiği öncüllerden oluşturulan kıyaslar (el-
mekâyîs), üç kısma ayrılır: Onlardan birincisi, bir şeyin sadece varlığının bilgisini
bizzât ifâde ederken ikincisi, sadece sebebin bilgisini bizzât ifâde eder. Üçüncüsü
ise, bu ikisini bizzât beraber ifâde eder. Zorunlu yakînî öncüllerden oluşturulan
kıyas, bu üç sınıftan birisine girer. Burhân olarak isimlendirilen de budur. O halde
burhân üç sınıftır: Onlardan birincisi, varlık burhânıdır (burhânu’l-vucûd) ve
“şeyin varlığının burhânı” (burhânu enne’ş-şey) olarak isimlendirilir. İkincisi,
sebep burhânı, “şeyin niçinliği burhânı”dır (burhânu lime’ş-şey).563 Üçüncüsü ise,
bu ikisini de kendinde bulunduran burhândır ki, bu “mutlak burhân”dır (ve hâzâ
huve el-burhân ‘ala’l-‘ıtlâk). Varlık ve sebeple olan mutlak (‘ala’l-ıtlâk) yakîn,
burhânî ilim olarak (el-‘ilmu’l-burhânî) isimlendirilir. O halde mutlak burhân (fe’l-
burhân ‘ala’l-ıtlâk), şeyin varlığını ve varlığının sebebini bilaraz değil de bizzât
ifâde eden yakînî kıyastır.564
563 Varlık ve sebep burhânı arasındaki farklılığın Gazâlî üzerinden yapılmış kısa bir îzâhı için
bakılabilir: İlhan Kutluer, İslâmın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, s. 158.
564 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 26.
565 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 26; Filozof başka bir yerde konuyla ilgili olarak daha net
açıklamalarda bulunmakta ve dört sebebi örnek üzerinden anlatmaktadır. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-
Burhân, s. 42.
566 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 26-7.
148
Çok genel olarak ele almaya çalıştığımız burhânî epistemoloji, Fârâbî’ye
göre bir bilginin felsefî olabilmesinin yegâne koşuludur. Burhânî olmayan bir bilgi
aslâ felsefî değildir. Burhânî bilgi de aklın apriori ilk ilkelerine dayanan kıyaslardan
kurulan bilgilerdir. Dolayısıyla kısaca ifâde etmemiz gerekirse burhânî bilgi, şekli
ve öncülleri açısından sağlam567 olan kıyastır.568
Her bir sanatın icrâ edicileri vardır. Bu anlamda her bir sanatın icrâcısı,
icrâ ettiği sanat dolayısıyla özel bir isimle anılmaktadır. Diğer kıyâsî sanatları
anlatırken de bu sanatları icrâ eden kişiliklere-temel karakterlere değinmeye
çalışmıştık. Hatırlanacağı üzere hitâbet sanatını icrâ eden aktörler konuşmacı, iknâ
edilmek istenen kişi, tartışmacı ve hâkim; şiir sanatının temel tipolojisi şâirler;
sofistik sanatın temel karakteri sofistler; cedel sanatının temel karakterleri ise
soru soran ve bu sorulara cevap veren kişilikler idi. Bu sanatları icrâ eden kişilere
bu şekilde özel isimlerin verilmesinin sebebi pek tabiî ki onların iştigal ettikleri
sanatlardır. Ve yine yinelemek gerekirse, bu sanatlar ve icrâcılarına dâir yapılan
tanımlamalar, burhânî epistemolojinin icrâcıları olan öğretmenlerce-mu’allimlerce
yapılan tanımlamalardır.569 Öğretmen, kendi perspektifini temel alır ve diğer
sanatların icrâcılarına isimler verir. Böylelikle felsefî düşünce sahnesinin
tanımlayan durumundaki temel karakteri de kendisi olmuş olur. Diğerlerine
rollerini dağıtan da odur, yani öğretmendir.
kişiliklerden birisi olan peygamberi ele almadık. Bunun sebebi ise gerçek anlamda felsefî
düşüncenin Fârâbî’ye göre insânî bir felsefe olduğunu düşünüyor olmamızdır. Ancak bu iki
metindeki kapalı ifâdeler, peygamberi de burhânî felsefenin icrâcılarından biri olarak yorumlamaya
yol açacak gibidir. Konuya daha sonra da değineceğiz.
149
iki karakter arasında geçmektedir.570 Diğer kıyâsî sanatların atmosferine benzer
bir atmosfer teneffüs edilir bu sahnede. Ancak temel bir farklılık vardır ki bu,
diyaloğun neticesinde ortaya çıkan bilginin niteliğidir. Burhân hocasının
(öğretmen-mu’allim) temel iddiâsı, kendisinin “hakîkatin bilgisine sâhip bir kişilik”
olduğudur. Burhân hocası, elde etmiş olduğu kesin bilgiyi öğrencisine aktarır.571
Öğrencinin temel amacı da doğru bilgiyi elde etmektir,572 yoksa sofistin yaptığı gibi
karşı iddiâyı çürütmek573 ya da cedeldeki soru soran karakterin yaptığı gibi
karşısındakinin savunduğu fikri sürekli eleştiriye tâbî tutmak574 veyâhut da hitâbet
sahnesinin iknâ edilmek istenen karakteri gibi karşıdakinin söyledikleriyle, kâbûl
psikolojisi içerisinde nefis sükûnu (zihinsel huzur) aramak değildir.575 Burhân
öğrencisinin sorusu bilimsel sorudur (es-suâlu’l-‘ilmî).576 Burhân hocası ise
öğrencilerine hakîkatin bilgisini öğretirken bazen Platon’un ve Aristoteles’in de
yapmış oldukları gibi özellikle kesin bilginin elde edilmesinin zor olduğu konuların
incelendiği fizik, metafizik, siyâset ve ahlak alanlarında öncelikle cedelî soru-cevap
tekniğini kullanabileceği gibi, yine aynı alanlarda cedelden sonra olmak üzere ve
özellikle matematikte de doğrudan burhânî öğretim tekniğini kullanır.577
gâlit-mugâlit arasındaki farklılıklar hakkında daha geniş mâlûmât için bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s.
49, 55.
574 Cedel sanatını icrâ edenler ile burhân sanatını icrâ edenler arasındaki farklılıklara örnek olması
Bundan dolayı hitâbetçi, karşıdakini iknâ etmeyi amaçlarken, öğretmen öğrencilerine doğru bilgiyi
aktarmayı hedef edinir.
576 Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 46.
577 Bu iki filozofun tavrını Fârâbî bu şekilde değerlendirmektedir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 34.
150
vurgulamaktadır. Bu yöntemle öğrenilen ve öğretilen felsefe (hikmet) de aslâ ilâhî
değildir, fakat sadece ve sadece insânîdir (hikme insâniyye). Fârâbî Sokrates’in
konuşmasını şu şekilde aktarıyor:
düşünceleriyle çelişki arzetmektedir. Bu konuyu üçüncü bölümde daha ayrıntılı olarak işleyeceğiz.
Ancak burada şu hatırlatmayı yapmamız gerekmektedir. Fârâbî bahsettiğimiz diğer metinlerde
vahiy’den ve nübüvvetten bahsetmekte ve özellikle Kitâbu’l-Mille’de filozofun, kanun koyucunun ve
imamın aynı kişi olduğunu belirtmektedir. Ancak Kitâbu’l-Burhân ve Şerâitu’l-Yakîn’deki
ifâdelerden de anlaşılacağı üzere filozof olmanın temel şartı, elde edilen bilgiyi kişinin bizzat elde
etmesidir. Diğer bir nokta da şudur: “Peygamberler bu bilgiyi yine bizzat kendileri elde ediyorlar”
şeklinde düşünebilir ve peygamberle filozofun aynı kişi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak burada yine
Sokrates’le, ilâhî hikmet sahiplerinin birbirlerinden ayrı olduklarını hatırlamamız gerekmektedir.
Son olarak şunu da belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda Fârâbî’nin ifâdeleri birbiriyle çelişiyor gibi
gözükmektedir. Bu konuya ileride değineceğiz.
151
bir öğretimdir.581 İkinci Öğretmen aynı iddiâyı Şerâitu’l-Yakîn’de de ortaya
koymakta ve bir bilginin kesin olması yani felsefî bir bilgi olması için gerekli olan
şartlardan üçüncüsünü de şu şekilde belirtmektedir: “Bunun (yani kesin bilginin)
ona (yani dışarıdaki şeyin varlığına) uygun olduğunu bilmektir.”582 Buradaki
“bilmek” şartından kastedilen şey de az önce bahsetmiş olduğumuz “bilgiyi kişinin
bizzat kendisinin elde etmesi” meselesidir. Şayet felsefe öğrencisi öğretmeninden
öğrenmiş olduğu felsefî bilgiyi aynen gözün tam görme anında görülen
karşısındaki durumda olduğu gibi,583 bizzat kendisi tecrübe etmemişse hocasıyla
girmiş olduğu diyalog neticesinde elde etmiş olduğu bilgi aslâ felsefî olmayacaktır.
Bu durumda sadece bir filozofun öğrencisi olmak, o öğrenciyi filozof
kılamayacaktır:
Uygun olursa, karşı olmazsa, o zaman, bu, doğru bir zan teşkil eder, eğer,
inanan onun doğruluğunun bilincine varmamış ise. O bakımdan bu doğruluk
onun için ârızî bir doğruluk olur. Bunun gibi, eğer uygun değilse, ve inanan için
onun uygun olması mümkün görünürse, bu, yanlış bir zan olur. İnanan onun
yanlışlığının bilincine varmamıştır. O bakımdan bu yanlışlık, onun için ârızî olan
bir yanlış zandır. İşte bu bakımdan doğru zanlar ve yanlış zanlar vardır. Kesin
bilgide doğrunun şartı ârızî olmamaktır. İşte bu bakımdan insanın, inancının
varlığa uymakta olduğunun bilincine varması ve onu bilmesi gerekir.584
Fârâbî aynı konuyu altıncı şartta da dile getirmekte ve elde edilen bilginin
ârızî değil zâtî olarak elde edilmesi gerektiğini söylemektedir. Filozofun bu
yönünün fazla vurgulanmadığını ve bundan dolayı onun felsefî bilgiden kastının
tam olarak anlaşılmadığını düşündüğümüz için yine alıntımızı doğrudan yapmayı
ve Fârâbî’yi konuşturmayı uygun görüyoruz:
‘Bundan hâsıl olan şey ârızî olarak hâsıl olmamıştır.’ sözü salt halde kesin
bilginin tanımını tamamlamaktadır. Bütün bunlar gerçekliği tabiî olarak hasıl
581 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 82. Anlaşılacağı üzere Fârâbî’ye göre felsefî bilgi insânî akılsallarla
ilgilenen bir bilgidir. Bu anlamda tasavvufî tecrübeyle bir ilişkisi yoktur. Fârâbî’yi sûfî perspektiften
okuyan araştırmacıların bu ayrımı yeniden düşünmesi gerekmektedir. Keşfî bilgi hakkında kısa bir
değerlendirme için bkz. Reşat Öngören “Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri”, İÜİFD,
sy. 5, s. 85-96.
582 Fârâbî, Kesin Bilginin Şartları, s. 55. [Vurgular ve parantez içindeki açıklamalar bize aittir]
583 Fârâbî, Kesin Bilginin Şartları, s. 57.
584 Fârâbî, Kesin Bilginin Şartları, s. 56-7.
152
olmak olan şeylerden değil de tesadüf eseri hasıl olmuş olabilir. Olabilir ki
bunlar zorunlu önermelerdir, fakat bunların hepsi ya insan onların bilincine
varmayarak, ya tümevarım yoluyla, ya bütün insanlar arasında yaygın olmaları
ve herkesin onlara tanıklık etmeleri veya bir haber verenin haber vermesiyle
kabul edilmiştir. Hasıl olmuş olan, bu sûretle, onun nazarında kendi gözüyle
görmüş gibi hasıl olmamış olur ve onları idrâk ettiği andaki durumu bir şeyi
gören kimsenin gördüğü ve gördüğünün bilincine vardığı andaki durumuna
benzemez. Bunun gibi, yine meselâ, kendine veya yakînına karşı duyulan sevgi,
kızgınlık, taraf tutmak, uzun zamandır hasıl olmuş alışkanlık, meselenin önemi,
aksinin kötülüğü, o kanaat sahibinin ve onu haber verenin önemi ve büyüklüğü,
ona karşı aşırı güven ve iyi niyet gibi bir çok edilgiler insanın kanaatini öyle bir
yere sürüklemiş ve bunlar yüzünden insanın kanaati öyle bir pekinlik
derecesine varmış olabilir ki insan kanaatinde bunlardan dolayı kesin bilgi hasıl
olmuş olduğunu zanneder. İşte bunun için Aristoteles bu şartı ileri
sürmüştür.585
olarak elde etmenin gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu anlamda felsefî bilgiyi elde
edememenin de belli nedenleri olmalıdır. Bu sebepler hakkında bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 88.
588 Konunun hatırlanması açısından, bu karakterlerle ilgili olarak yaptığımız açıklamalara yeniden
bakılabilir. Bununla birlikte filozumuz aynı vurguları Şerâitu’l-Yakîn’de de yapmaktadır. Bkz. Fârâbî,
Kesin Bilginin Şartları, s. 61-2.
153
dayanacağından dolayı değişmeye ve belirsizlik arzetmeye devam edecektir.589
589 Fârâbî meşhûr ve makbûl ilkelerin zaman içerisinde ve toplumdan topluma değişiklik
arzedeceğini belirtmekte ve Aristoteles’ten örnekler vererek bu iddiâsını temellendirmeye
çalışmaktadır. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 86.
590 Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 87. Filozofun felsefenin özel öğrenimi olarak bahsettiği öğrenim tarzı,
bahsettiğimiz kişiler arasında gerçekleştirilir ki bu da pek tabiî ki sadece burhânî yöntemle (et-
turuku’l-burhâniyye) mümkündür. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 152.
591 Fârâbî burada ilmî tarza alışmaya kabiliyetli olanlardan başka iki sınıf insandan daha
bahsetmektedir ki bunlar şiirsel ve belâgî tarza (hitâbet sanatının tarzı) alışmaya yatkın olanlardır.
Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s. 87. Ancak bize göre onun burada zikretmemiş olduğu cedelcileri ve
sofistleri de ayrı birer sınıf olarak düşünmek mümkündür. Filozof başka bazı eserlerinde de hitâbet
ve cedelin kullanımından bahsetmektedir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Cedel, s. 60; Kitâbu’l-Mille, çvr., s.
262; Yine toplumun eğitilmesi anlamında cedel, sofistik ve hitâbetin kullanımı hakkında bkz. Fârâbî,
el-Hatâbe, s. 23; Filozof bu anlamda başka bir eserinde de cedel, hitâbet ve şiir sanatını saymıştır.
Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 152.
592 Buradaki “kavramsal kişilik” şeklindeki kullanım Deleuze ve Guattari’ye aittir. Burada Fârâbî’nin
kavramsal kişiliğinin Aristoteles olduğunu ifâde etmekten kastımız, Fârâbî’nin kendi düşünce
sistemini Aristoteles’e dayandırmış olması ve felsefesini onun sistemi üzerinden inşâ etmesidir.
“Kavramsal kişilik” kavramsallaştırması için bkz. G. Deleuze – F. Guattari, Felsefe Nedir?, s. 58-77.
154
burhânın bir karışımından oluşmaktaydı.593 Bununla birlikte Fârâbî, burhânî
yöntemi ilk defa fark eden, keşfeden ve bu yöntemi cedelden, Sofistik yöntemden,
hitâbetten ve şiirden ayırmayı başaran kişi olarak Platon’un ismini vermektedir. 594
Tümellerden ciddî anlamda bahseden ve bu anlamda Aristoteles’in bir öncüsü
sayılabilecek olan Platon595 tam bir mantık sistemi ortaya koymamıştır. Bu
mantıksal yöntemin küllî kâidelerini ilk olarak ortaya koyan ve sistemleştiren kişi
Aristoteles’tir.596 Aristoteles bunu Kitâbu’l-Burhân adlı eserinde başarıyla
gerçekleştirmiş ve felsefî bilginin elde edilmesini sağlayacak şifreleri kendinden
sonraki filozof adaylarına miras bırakmıştır. Bundan sonra bilgelik öğrencilerine
düşen görev, bu yöntemin öğretilmesi ve öğrenilmesinden başka bir şey
değildir.597 Böylelikle Aristotelesçiler, Aristoteles’ten önceki düşünürlerin
yöntemlerini terk etmişler ve onları sadece belli durumlarda ve felsefe öğrencisi
olamayacak kişilerin eğitiminde kullanmışlardır.598
Russell, Felsefe Sorunları, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 83-5.
596 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 151-2; el-Hatâbe, s. 22.
597 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 152.
598 Fârâbî, el-Hatâbe, s. 23.
599 İbn Ebî Useybia, ‘Uyûnu’l-Enbâ fî Tabakâti’l-Etibbâ, s. 606.
600 Fârâbî’ye bu lakabın verilme sebepleri ile ilgili olarak bkz. İbrâhim Hakkı Aydın, Fârâbî’de
Metafizik Düşünce, Bil Yayınları, İstanbul 2000, s. 23-4; Emine Sonnur Özcan, Doğunun Öğretmeni
Fârâbî, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 25-6. Ancak bu konu hakkındaki genel görüş bizim de
dediğimiz gibi Fârâbî’nin mantıktaki başarısıdır. Bkz. Yûhannâ Kumeyr, el-Fârâbî, Dâru’l-Maşrık,
Beyrut 1986, s. 12.
155
sistemdir.
156
olmayan606 bu eserden alıntılar yaparak konuyu ele almaktadır. Buna göre felsefe
Yunanlı yöneticilerin zamanında yaygın bir hale gelmiştir. Felsefe yine bu yaygınlık
ve şöhretini Aristoteles’in vefâtının ardından Kleopatra’nın saltanatının sonuna
kadar (eyyâmu’l-mer’a) İskenderiye’de devam ettirmiştir. Felsefe, tarih
içerisindeki varlığını on üç kralın607 saltanatları boyunca ve on iki öğretmen (el-
mu’allim) eliyle sürdüre gelmiştir. Bu felsefe öğretmenlerinden sonuncusu
Andronicus’tur.608 Kleopatra ise bu yöneticilerin sonuncusudur. Daha sonra
Augustus Kleopatra’yı öldürerek yönetimi ele geçirmiş ve kütüphaneleri tetkik
edip onların kataloglarıyla (sun’uhâ) karşılaşmıştır.609 Augustus burada,
Aristoteles ve Theophrastus (Sâvufrastas) zamanında yazılmış ve çoğaltılmış
(neseha) Aristoteles’e ait kitaplarla ve Aristoteles’in incelediği konular üzerine
kitaplar yazan filozoflarla ve öğretmenlerle karşılaşmıştır. Karşılaştığı bu durumu
benimsemiş olmalı ki bundan sonra Aristoteles ve öğrencileri zamanında
çoğaltılmış (transkribe edilmiş) kitapların yeniden çoğaltılmasını, öğretimin bu
metinler üzerinden gerçekleştirilmesini, diğerlerinin ise bırakılmasını emretmiştir.
Andronicus bu işlerin düzenlenmesinden, yani Augustus ile birlikte Roma’ya
götürülecek olan kitapların çoğaltılması, diğerlerinin ise İskenderiye’de
bırakılmasından sorumlu tutulmuştur. Bununla birlikte Augustus, Andronicus’a
kendisi ile birlikte Roma’ya gelebileceğini, ancak bunun için kendi yerine başka bir
öğretmen bulması gerektiği de belirtmiştir. Bu iki mekân (Roma ve İskenderiye),
bundan sonra Hristiyanlık’ın ortaya çıkmasına ve felsefî düşüncenin (et-ta’lîm)
Roma’da kesintiye uğramasına kadar felsefeye ev sâhipliği yapmaya devam
etmiştir. İskenderiye, Hristiyan kralın zamanına kadar felsefî düşüncenin icrâ
edildiği mekân olmaya devam etmiştir. Daha sonra Başpiskoposlar (el-esâkife) bu
kullanılan “öğretmen (el-mu’allim)” ifâdesine dikkat çekmek isteriz. Dolayısıyla ilk öğretmenle
ikinci öğretmenin yaşadığı tarihler arasında daha birçok öğretmenden bahsedilmektedir. İşte
burhânî felsefe, tarih içerisindeki dolaşımını bu öğretmenler aracılığıyla sürdürmüştür.
609 Burada doğrudan Kasım Turhan’ın çevirisinden yararlandık. Bkz. Macit Fahri, İslam Felsefesi
Tarihi, s. 149.
157
tarz bir öğretimin, yani felsefî düşüncenin terk edilmesi gerektiği hususunda
görüşmüşler ve bu görüşme netîcesinde Aristoteles mantığının, el-eşkâli’l-
vucûdiyyeye kadarının (ilâ âhiri’l-eşkâli’l-vucûdiyye) bilinmesinin uygun, ondan
sonrasınınsa uygun olmayacağı kanaatine varmışlardır. Çünkü onlara göre
Aristoteles mantığının geri kalan kısmı Hristiyanlık için zararlıydı. Okutulmasına
izin verilen kısımların ise Hristiyanlık’ın faydasına olacak şekilde öğretilmesinde
bir beis görülmüyordu. Bundan dolayı burada öğretim (et-ta’lîm) ancak bu kadarla
sınırlı kaldı. Bu, İslam’ın ortaya çıkışına kadar uzunca bir süre böyle devam etti ve
felsefe öğretimi (et-ta’lîm) İskenderiye’den Antakya’ya geçti. Felsefe Antakya’da da
uzun bir süre, tek bir öğretmenin (mu’allim) zamanına kadar varlığını sürdürdü.
Felsefî düşüncenin tarih içerisindeki dolaşımının kendileri üzerinden gerçekleştiği
bundan sonraki icrâcıları ise bu “son öğretmen”in (mu’allim vâhid) öğrencileri
olmuşlardır. Bu öğretmen iki öğrenci yetiştirmiştir. Bu öğrencilerden birisi
Harranlı, diğeri ise Mervlidir. Harranlı öğretmenin de yine iki öğrencisi olmuştur:
İsrâîl el-Eskaf ve Kuveyrî. Son öğretmenin diğer öğrencisi olan Mervli öğretmenin
de yine aynı şekilde iki öğrencisi olmuştur: İbrâhîm el-Mervezî ve Yûhannâ bin
Haylân. Bağdat’a giden ve dinle iştigâl eden İbrâhîm el-Mervezî’nin öğrencisi Mettâ
bin Yûnân iken, daha sonraları yine kendisini dine vermiş ve Mervli öğretmenin
tedrîsinden geçmiş olan Yûhannâ bin Haylân’ın öğrencisi ise İkinci Öğretmen Ebû
Nasr el-Fârâbî’dir. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân’ın tamamını Bağdat’ta, Yuhannâ bin
Haylân’dan okumuştur (te’alleme). Hristiyanlarda, sadece el-eşkâlu’l-vucûdiyye’ye
kadar okunan ve okutulan Aristoteles mantığı, müslüman âlimlere kadar bu
şekilde kişinin gücünün yettiği ve dilediği yere kadar okunup okutulmaya devam
etti.610 Böylelikle Fârâbî Kitâbu’l-Burhân’ı sonuna kadar okumuş ve öğrencilikten
(el-mute’allim: burhânî felsefenin öğrencisi) öğretmenliğe (el-mu’allim-burhânî
felsefenin öğretmeni) yükselmiştir.
Görüleceği üzere İbn Ebî Useybia, İkinci Öğretmen’in ilim silsilesini ortaya
610 Burada İbn Ebî ‘Useybia’nın Fârâbî’nin bir eserine atıfta bulunarak zikrettiği kısmın tamamına
yakînını vermeye çalıştık. Alıntıyı tırnak içerisinde ve küçülterek vermemiş olmamızın sebebi,
metnin anlam merkezli olarak ifâde edilmesi, metne kısmî olarak ekleme-çıkarmalar yapılması ve
yine alıntılanan kısmın çok uzun olmasıdır. Bkz. İbn Ebî Useybia, ‘Uyûnu’l-Enbâ fî Tabakâti’l-Etibbâ,
s. 604-5.
158
koymaya çalışmakta ve bunu filozofa atfedilen bir esere dayandırmaktadır. Buna
göre tekrarlayacak olursak Aristotelesçi burhânî yöntem, Aristoteles’in vefâtından
sonra mekân değiştirerek İskenderiye’ye geçmiş ve İskenderiye’de de
Kleopatra’nın vefâtına kadar burhân öğretmenleri ve öğrencilerince yaşatılmaya
devam etmiştir. İskenderiye’den sonra Augustus’un emri ve Aristotelesçi
Theophrastus’un ilmî çabaları ile Roma’ya götürülen bu burhânî yöntemsel
düşünce, Hristiyanlıkla birlikte törpülenmeye, ıslah edilmeye ve dinin faydası için
kullanılmaya devam etmiştir. Theophrastus’un kitaplarla birlikte Roma’ya
gitmesinin ardından İskenderiye yine belli bir süre Aristotelesçi felsefeye ev
sahipliği yapmaya devam etmiş, ancak felsefe daha sonra buradan Antakya’ya
geçmiş ve uzunca bir süre burada soluklanmıştır. Burada karşımıza “bir öğretmen”
çıkıyor. Bu öğretmenin yetiştirdiği Merv’li öğretmenle Merv şehrine doğru yönelen
buhânî felsefe, Merv’li hocanın yetiştirdiği Yûhannâ bin Haylân ile Bağdat’a varıyor
ve nihâyet Bağdat’ta da Fârâbî’ye geçiyor. Merv’li hocanın diğer öğrencisi olan
İbrâhîm el-Mervezî de Bağdat’a gitmiş ve kendini dine vermiştir. İbn Ebî
Useybi’anın, amcası Reşîduddîn Ebu’l-Hasan ‘Alî bin Halîfe’den aktararak
belirtiğine göre Fârâbî, kendi hocası olan Yûhannâ bin Haylân’ın arkadaşı el-
Mervezî’nin talebesi olan Mettâ bin Yûnân’dan yaşça daha küçük olmasına rağmen
zakâca ve dildeki kâbiliyet bakımından ondan daha yetenekliydi. Böylelikle,
Fârâbî’nin Keldânîler-Mısırlılar-Yunanlılar-Süryânîler-Araplar611 şeklinde dile
getirerek ifâde etmiş olduğu felsefî düşüncenin tarihsel-coğrafî dolaşımı grafiğini
İbn Ebî Useybia’nın rivayetlerine dayanarak açımlamaya çalıştık. Görüleceği üzere
Fârâbî felsefî düşüncenin tarih içerisindeki dolaşımını anlatmış ve kendi
bulunduğu dönem itibâriyle felsefenin artık Araplarca icrâ edildiğini dile
getirmiştir. O, her ne kadar doğrudan kendi ismini vermemiş olsa bile bize göre
“Araplar” şeklindeki bir ifâdeyi kullanırken aslında bizzat kendisini ve kendi
felsefesini de dile getirmeye çalışmıştır. Bu felsefî özgüvenin bir ifâdesidir. Tıpkı
çok daha sonraları Hegel tarafından de farklı bir şekilde karşımıza çıkacak olan bu
felsefî özgüven, İslam dünyasında en ciddî dışavurumunu ilk olarak Fârâbî ile
yaşamıştır. Fârâbî’nin, felsefenin yaşanan tarih bağlamındaki coğrafyasını çizerken
159
“Araplar” diyerek dile getirdiği bu felsefî özgüvenin farklı bir tezâhürünün Hegel
(1770-1831) tarafından da şu şekilde dile getirildiğini görüyoruz:
612G.W.F. Hegel, “Felsefe Tarihi Dersleri”, s. 184-5. Görüleceği üzere Hegel de kendi yaşadığı
dönemde, felsefenin kendilerince icrâ edilmeye devam ettiğini belirtmektedir. Hegel’e göre de
Mısırlılar’dan Yunanlılara geçen ve üst düzey bir etkinlik hâlini alan felsefî düşüncenin Batı’ya geçişi
Araplar sayesinde olmuştur. Bkz. G.W.F. Hegel, Tarih Felsefesi, s. 166-7, 266.
160
Fârâbî, felsefenin konuları sorununu değişik eserlerinde değişik şekillerde
ele almıştır. Ancak bu değerlendirmeler birbiriyle çelişmemektedir. Biraz sonra da
ayrıntılı olarak tasvîr edeceğimiz gibi bu farklılıklar sadece üst-başlıkların
konumlandırılması ile ilgili küçük değişikliklerden ibârettir.
161
şeyden uzak kalınmasını sağlamanın amaçlandığı sanatlardır. Mantıkî sanatlar
(yani özelde burhân sanatı) ise yine burada da doğru bilgiye-hakîkate ulaştıran bir
yöntem bilim olarak vurgulanmaktadır.616
162
İnsan fiilinin dahlinin söz konusu olmadığı ve sadece öğrenmeye konu olan
varlıkların bilgisini içeren nazarî felsefe üçe ayrılır: matematik, fizik ve metafizik
(‘ilmu mâ ba’de’t-tabî’yyât). İnsanoğlunun yapıp etmeleriyle doğrudan ilişkili olan
ve bu anlamda bilgi ile birlikte uygulamayı da (‘ilm-‘amel) aynı anda gerektiren
“’amelî felsefe-şehirle ilgili olan felsefe (el-felsefetu’l-medeniyye)” ise iki kısma
ayrılmaktadır. Bunlar, güzel fiillerle güzel fiillerin kendisinden sâdır olduğu
ahlâkın bilgisinin elde edilmesini sağlayan ahlak sanatı (es-sınâ’atu’l-hulkiyye) ve
şehir halkının düzgün bir yaşam sürmesinin ve bu yaşam tarzının devamlılığını
sağlayabilmenin garantisi durumunda olan siyaset felsefesidir (el-felsefetu’s-
siyâsiyye).620 Filozof, görüleceği üzere burada da felsefeyi öncelikle “konuları
açısından” ele aldıktan hemen sonra, et-Tavtıe’dekine benzer bir şekilde bir de
“yöntemi açısından” ele almaktadır. Buna göre mutluluğun yolu pek tabiî ki
felsefeden geçmektedir. Filozofumuz Kitâbu’t-Tenbîh’teki anlatılarını hep bu sorun
üzerinden yürütmektedir. Peki mutluluğun yolunun işâretlerini kendisinde
bulunduran felsefede, ki mutluluk aslında hakîkatin bilgisinin elde edilmesi ve
hayata geçirilmesi durumudur, doğru bilgiye (idrâku’s-sıvâb) nasıl sâhip olabiliriz?
Filozofumuz tam da burada “ayırt etme yetisi”ne (cevdetu’t-temyîz)
değinmektedir. Felsefe doğruyu ancak ayırt etme yetisiyle elde edebilecekse ve
ayırt etme yetisi de zihin kuvveti ile ilgiliyse bu durumda zihin kuvvetinin bütün bu
anlatılanlardan yani felsefenin konularından daha önce gelmesi gereklidir. Biz
doğru olanı yanlış olandan ancak ve ancak zihin kuvvetimizle ayırabilir ve
böylelikle hata ve yanlış yapmaktan kurtulup hakikâtin bilgisini elde edebiliriz. İşte
zihnimize bu özelliği, yani doğru bilginin elde edilebilme özelliğini kazandıran
sanat da mantık sanatıdır.621 Burada da aynı neticeye varıyor ve felsefenin bütün
alanlarında doğru olanı yanlış olandan ayırmamızı sağlayacak olan epistemolojinin
“mantık” yani “burhân sanatı” olduğunu görüyoruz.622
düşünme tarzından anladığı şey, burhândır. Hatırlamak amacıyla bkz. Fârâbî, et-Tavtıe, thk. Refîk el-
Acem, s. 57. Fârâbî ahlâkın konuları olan iyi ve kötü fiilin dahi birbirinden ayırt edilebileceğini ileri
sürmektedir. Bkz. Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 61. Ayrıca burhânın ilimlere uygulanan bir yöntem-
bilim, bir epistemoloji olduğuna dâir iddiâlara örnek olması için bakılabilir: İlimlerin Sayımı, s. 74,
163
Konu ile ilgili olarak değinmemiz gereken son kitap, filozofumuzun
meşhûr İhsâu’l-Ulûm’udur. Bilindiği üzere Fârâbî bu çalışmasında bütün bilimleri
birbirleri ile ilişkilerini de göz önünde bulundurarak ana hatları ile ele almaktadır.
Burada biz, bütün bir bilimler sınıfını ele almak durumunda değiliz. Dolayısıyla
yapmamız gereken şey, bu metindeki tasnîfi, bu alt-başlık altında şimdiye kadar
ortaya koymaya çalıştığımız konular bağlamında serimlemek ve filozofun bütün bir
felsefe tasavvurunu ana çizgileriyle ortaya koymaktır. Şimdi bu ön bilginin
ardından İhsâu’l-‘Ulûm’daki tasnîfe geçebiliriz.
79, 80, 86. İzmirli İsmail Hakkı da Fârâbî’nin, mantığı bilimlerin doğruluk ve yanlışlığında tek ölçüt
saydığını belirtmiştir. Bkz. İsmail Hakkı İzmirli, İslâm’da Felsefe Akımları, s. 83. T.J. De Boer’in
değerlendirmesi şu şekilde: “Fârâbî burhân doktrininin formel (surî) tarafını da kabul etmiş
değildir. Bu doktrin, hakîkate giden doğru yolu gösteren bir metodoloji olmaktan çok hakîkati
bizzat göstermeli, ilmi o ortaya atmalıdır. Ona göre burhân sadece bir alet değil, daha çok felsefenin
bir cüz’üdür.” T.J. De Boer, İslâm’da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, Anka Yayınları, İstanbul 2001,
s. 139. Fârâbî gibi diğer Meşşâilerce de burhân, felsefî bilginin temel kriteri sayılmıştır. Burhânî
epistemolojinin kısa bir değerlendirmesi için bkz. İlhan Kutluer, İslâm’ın Klasik Çağında Felsefe
Tasavvuru, s. 149-63.
623 Fârâbî, İlimlerin Sayımı, s. 44-5.
624 Filozof, yine başka bir eserinde de ilimlere başlamadan önce mantık bilmenin zorunluluğuna
değinmiş ve mantıktan önce de lafızlarla ilginen ilmin tahsîl edilmesinin gerekliliğine vurgu
yapmıştır. Bkz. Fârâbî, Tenbîh alâ Sebîli’s-sa’âde, çvr., s. 188-9.
625 Yine mantığın diğer ilimlerden önce gelmesi gerektiği meselesiyle ilgili olarak bkz. Fârâbî,
164
araştırma alanları olan ve hakkında yanılma ihtimalimizin çok az olduğu bundan
dolayı da konuları üzerinde araştırma yapmaya başlarken doğrudan burhânî
epistemolojiyle başlayabileceğimiz matematik ilimleri gelmektedir. Matematik
ilmini ise, yine nazarî felsefenin kollarından olan fizik ve metafizik takip
etmektedir. Bütün bunlardan sonra artık amelî felsefenin alanları olan siyâsete,
fıkıh ve kelam ilmine ulaşmaktayız. Böylelikle ilk olarak mantık, yani burhânî
epistemolojinin öğrenimi ile başlayan felsefî serüven-hakîkat araştırması-mutluluk
yolunu tâkip, bu yöntemin ışığında tahsîl edilmek şartı ile öncelikle nazarî ve en
nihâyetinde de amelî konuların öğrenilmesiyle devam etmektedir. Gazâlî’nin,
filozofların savunmalarına rağmen ilâhî ilimler hakkında görüş ileri sürerlerken
sâdık kalmadıklarını iddâ ettiği626 bu yol gerçek anlamda felsefe olarak ifâde edilen
burhânî felsefenin (el-felsefetu’l-burhâniyye) elde edilmesi, yani gerçek anlamda
filozof olunması için izlenmesi gerekli olan tek yoldur. İşte Fârâbî’nin felsefe
tasavvuru böylelikle ortaya çıkmış oldu.
626Gazâlî, Filozofların Tutarsızlığı (Tehâfüt el-Felâsife), çev. Bekir Sadak, Ahsen Yayınları, İstanbul
2002, s. 17.
165
kalmamışlardır; aynı zamanda felsefeyi elde etmenin yollarıyla, bozulduğu veya
söndüğünde onu tekrar yaratmanın yollarını da vermişlerdir.627
Filozof bu konuyu bu eserde farklı bir bağlamda ele almıştır. Ancak onun
burada da kastetmiş olduğu şey, burhânî epistemoloji üzerine inşâ edilen
felsefedir. Zîrâ bir düşünme biçiminin felsefî olmasını sağlayan temel kriter onun
burhânî olmasıdır. Burhânî epistemolojiye dayalı olarak ortaya konan felsefe de
burhânî felsefedir. Aslında zaten burhânî felsefeden başka da felsefe yoktur. Bu
anlamda burhânî felsefe 1200 yılı aşkın bir süredir var olmaya nasıl devam
ediyorsa, bundan sonra da var olmaya, yani gelecek zamanların felsefesi olmaya
devam edecektir. Çünkü filozoftan alıntıladığımız kısımdan çok açık bir şekilde
anlaşılan şudur : “Felsefe açısından bakarsak, bütün bir gelecek zaman, aslında
burhânî felsefenin bir çözülümü ve yeniden kurulumu tarihidir.” Böylelikle Fârâbî,
felsefî düşüncenin sadece oluşum kanunlarını incelemek ve tasvir etmekle
kalmamış, aynı zamanda filozof, felsefî düşünceye bir gelecek de belirlemiştir.
166
3. FELSEFE SONRASI DÖNEM
YA DA HAKÎKATİN TARİH VE TOPLUMLARA AÇILIM EVRELERİ
Fârâbî ile birlikte bütün bir insanlık medeniyetinin tarihi üzerine ayrıntılı
bir araştırma yapmaya çalıştık. Şimdiye kadarki bölümlerde ele aldığımız bütün
toplumsal aşamaların felsefî anlamda en nihâî noktasının burhânî felsefenin ortaya
çıkışıyla tamamlandığını dile getirdik. Böylelikle felsefî düşüncenin evrimsel
süreçleri tamamlanmış oldu. Peki, bundan sonra ne olacaktır? Fârâbî bu sorunun
da ardına düşmüş olacaktır ki tezimizde temel aldığımız metni olan Kitâbu’l-
Hurûf’un Hudûsu’l-Elfâz ve’l-Felsefe ve’l-Mille başlıklı ikinci bölümünün bundan
sonraki sayfalarını bu sorunun cevabını aramak için kaleme almıştır.
167
yenilemeye devam edecekken, fıkıh ve kelâm ise daha çok onun ölümünün
ardından, bu kaybın yitirdiklerini telâfî etme amaçlı olarak ortaya çıkacaktır.
Bizler her bir konuyu, ki burada daha çok insan bilimleri ile ilgili konuları
dile getirdiğimizi ifâde edelim, belli bir perspektif üzerinden anlamaya çalışıyoruz.
Aslında Fârâbî’nin yaptığı da budur. O bütün bir insanlık tarihini Aristotelesçi
perspektiften okumayı tercih etmiştir. Peki bizler, sahip olduğumuz anlam
haritalarının işâretlerinden sıyrılabilir ve doğrudan Fârâbî’ye, onun felsefî
dünyasına ulaşabilir miyiz? Bu ne kadar mümkündür? “Tam anlamıyla
mümkündür.” demek ancak bir saf niyetlilik olabilir. Ama “Asla mümkün değildir.”
demek de, bu saf niyetlilikten çok daha başarısız ve umutsuz bir anlayış olacaktır.
Bu hermenötik soruna işâret ederek varmak istediğimiz nokta asıl olarak şudur:
“Fârâbî’yi daha iyi nasıl anlayabiliriz? Bunu başarabilmek için hâkim anlama
biçimlerimizi oluşturan anlam haritalarının tuzaklarından uzak durabilmemiz ne
kadar mümkündür?” Fârâbî’yi elbette bir çerçeve üzerinden anlayacağız. Ancak bu
çerçeve hangi çerçeve olacaktır? Pek tabî ki Fârâbî’ye en yakîn çerçeve. Dolayısıyla
özellikle Fârâbî’nin hareket noktası olan Aristotelesçi perspektifin-burhânî felsefe
perspektifinin sürekli olarak farkında olmamız gerekmektedir. Bu perspektiften
uzaklaştıkça Fârâbî’den de ve doğal olarak onun felsefe tarzından da uzaklaşmış
oluruz.
168
inceleyeceğimiz konunun hassaslığının farkında olmalı ve Fârâbî’yi daha yakından
anlama, onu, kendisini ifâde etmeye çalıştığı şekliyle anlamalı ve tanıtmalıyız.
3.1. DİN
Felsefenin yakînî burhânî olarak ifâde ettiği (tu’tî) bütün şeylerde din
iknâları (el-iknâ’ât) ifâde eder ve felsefe zamansal olarak dinden önce gelir.630
628 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 131. Kitâbu’l-Hurûf’tan yapmış olduğumuz çevirilerde Yaşar Aydınlı’nın
çevirisinden çokça yararlanmış olduğumuzu yeniden ifâde etmemiz gerekir. Bu, yararlanmış
olduğumuz diğer çeviriler için de geçerlidir.
629 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 132.
630 Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Sa’âde, s. 91.
169
edilmeyen görüşlerin bulunması ve onun zanna dayalı ya da aldatıcı felsefe
olması imkânsız değildir. Ve bundan sonra herhangi bir din (milletun mâ) bu
felsefeye tâbî olacak bir şekilde kurulursa-inşâ edilirse (unşiet), bu durumda bu
dinde, çoğu yanlış olan görüşler ortaya çıkar. Ve yine bu yanlış görüşlerden
çoğu alındığında ve örnekleri de onun yerine geçirildiğinde ki bu çoğunluğa
(cumhûr) anlaşılması zor gelen şeylerde dinin (mille) hep yapa geldiği şeydir,
işte bu din haktan çok daha uzak olur ve bozuk (fâsid) bir din olmuş olur, ama
bozukluğu fark edilmez.631
3.1.1. Fârâbî’nin Din ile İlgili Görüşlerine Dâir Yapılan Farklı Okuma
Biçimleri Üzerine Bir Değerlendirme
170
tarzlarından bazılarını örnek vererek sorunu açımlamaya633 ve Fârâbî’ye dâir yeni
bir okuma tarzının teklif edilebilme imkânına ilişkin bir yol aramaya koyulacağız.
Öyleyse ilk olarak “dışlayıcı”, sonra “sâhiplenici” okuma tarzlarına değinelim ve
ardından da kendi okuma tarzımızı temellendirmeye çalışalım.
633Fârâbî yorumlarının hepsine tezimizde yer veremeyeceğimizi belirtmek isteriz. Biz, konu ile ilgili
belli örnekler seçeceğiz. Seçtiğimiz örnek okuma tarzlarını ortaya koyarak, filozofun görüşlerinin
aslında çok net olarak anlaşılamamış olduğunu ve yeniden yorumlanması gerektiğini
vurgulayacağız. Bununla birlikte bazı okuma tarzlarına ise sadece dipnotlarda atıflar yapmakla
yetineceğiz.
171
Hakimler, insan tabiatının bu durumunu bildiklerinden, bazen kendi
hâllerinden birini birçok kereler açığa vurup halkın kendilerini daima böyle
tanımalarını, daha sonra da o hâlin aksini yaparak, bunun insanlardan gizli
kalmasını ve insanların kendilerini ilk hâl içinde düşünmelerini isterler.
Nitekim hikâye edildiğine göre, kaba sofulardan biri; doğruluğu, dürüstlüğü,
zühd ve ibâdeti ile tanınıp halk içinde böylece şöhret bulur. Bundan sonra o,
zalim hükümdarın korkusuna kapılarak bulunduğu bu şehirden kaçmaya
niyetlenir. Fakat, kendisinin aranması ve bulunduğu yerde yakalanması için bu
hükümdardan emir çıkar. Kendisinin şehir kapılarından dışarı çıkma imkânı
kalmaz. Hükümdarın adamlarının eline düşeceğinden korkar. Hemen bir
kabadayı kılığına girmeye karar verir ve giyinir. Eline bir tambur alıp kendine
sarhoş süsü vererek, gece olunca şehrin kapısına gelir. Burada tamburunu
çalmaya başlar. Kapıcı kendisine: “Sen kimsin?” der. Alaylı bir tavırla o,
kapıcıya: “Ben filan zâhidim.” diye cevap verir. Kapıcı onun kendisiyle alay
ettiğini zannederek ona aldırış etmez. O da böylece kurtulur ve yalan da
söylememiş olur.634
634 Fârâbî, Eflâtun Kanunlarının Özeti, çev. Fahreddin Olguner, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1985, s. 26. Bu konuda Platon’un şu sözlerine de yer verilmesi gerektiğini düşünüyoruz:
“Bir şey bir kez yazıya döküldü mü, bu yazı ne olursa olsun, sadece onu anlayanların değil, aynı
zamanda onunla hiçbir işi olmayanların da eline geçecek her yere ulaşmaktadır; yazı ehil kimselere
nasıl hitap edileceğini ve ehil olmayanlara hitap edilmeyeceğini bilmemektedir.” Zikreden Oliver
Leaman, Ortaçağ İslâm Felsefesine Giriş, çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 317.
635 Sembolik ifâdeler kullanma konusu ile ilgili olarak İbn Tufeyl’in Gazâlî hakkında yapmış olduğu
ilginç değerlendirmeye bakılabilir. Bkz. İbn Tufeyl, Hayy İbn Yakzan, s. 17-8.
636 Fârâbî, Eflâtun Kanunlarının Özeti, s. 27.
172
Fârâbî’nin felefî görüşlerine, özellikle de din ve vahiyle ilgili olarak yaptığı
yorumlara yönelik olarak gerek klasik dönemde ve gerekse de modern dönemde
farklı şekillerde eleştiriler getirildiğini görüyoruz. Klasik dönemde yapılmış olan
en ciddî eleştirilerden birisi İbn Tufeyl’e aittir. Sûfiyâne perspektifin temel alındığı
bu eleştiri tarzının “dışlayıcı” bir tarz olduğu hemen göze çarpmaktadır. İbn Tufeyl
meşhûr eseri Hayy İbn Yakzan’ın ilk sayfalarında Fârâbî ile ilgili olarak şunları
söylüyor:
Görüleceği üzere İbn Tufeyl, Aristoteles ve İbn Sinâ gibi Fârâbî’nin felsefî
düşüncelerini de faydasız bulmakta ve özellikle din ile ilgili fikirlerini çok sert bir
dille eleştirmektedir. İbn Tufeylin Fârâbî eleştirisi sûfiyâne bir perspektife
dayanmakta ve eleştirilerinin odak noktasını daha çok Fârâbî’nin âhiretle ilgili
düşünceleri ve özellikle de vahyî bilginin epistemolojik değeri hakkındaki sembolik
ifâdeleri oluşturmaktadır. İbn Tufeyl’in yapmış olduğu bu yorumu haklı çıkaran
husus, Fârâbî’nin gerçekten de dîni ve dînî bilgiyi epistemolojik anlamda felsefenin
637İbn Tufeyl, Hayy İbn Yakzan, s. 16-7. İbn Tufeyl’in Fârâbî eleştirileri hakkında bizim de çok
yararlandığımız şu makaleye bakılabilir: Sami S. Hawi, “İbn Tufeyl’in Fârâbî’nin Bazı Görüşlerini
Eleştirisi”, çev. Atilla Arkan, SÜİFD, sy. 5, s. 147-55.
173
taklid ve sembolleri olarak görüyor olmasıdır. Ahiretle ilgili olarak yapılmış olan
eleştiriler de çok haklıdır. Bu konularda İbn Tufeyl’e katılıyoruz. Ancak
“peygamber ve vahiy” konusundaki eleştirilerinde, İbn Tufeyl’in çok derinlikli ve
güçlü fikirler ortaya koyamamış olduğunu düşünüyoruz.
Fârâbî ile birlikte yine onunla aynı safta yer alması muhtemel Kindî,
Kindî’nin öğrencileri, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi filozofların düşüncelerine yönelik
olarak ciddî eleştirilerin ortaya komuş olduğu hepimizce mâlumdur.638 Gazâlî’nin
Tehâfutu’l-Felâsife’siyle şöhret bulan eleştirilerini erteleyerek modern dönemden
örnekler vermeye çalışalım. Bu anlamda ilk örneğimiz İslâm Felsefesi’nin Kelam
adı altında icrâ edildiği iddiâsını savunan ve yer yer İbn Teymiyye’nin
eleştirilerinden de destek alarak özellikle Meşşâi okul mensuplarını çok sert bir
dille eleştirmeyi tercih eden Ali Sâmi en-Neşşâr’dan olacak:
İslâm dünyasında ortaya çıkan Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, Ebu’l-Berekât el-
Bağdâdî, İbn Bâcce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve diğerlerinden her biri ayrı ayrı
kendilerine ulaştığı biçimde bu felsefeyle ilişki içine girerek birçok felsefî
eserler kaleme aldılar. Ne var ki, onlardan bize ulaşan yeni bir şey değildi. Bu
felsefeyle İslâm düşüncesi arasında başarısız bir uzlaştırma girişimiydi
yaptıkları. Meşşâî filozofların bize sundukları, Eflâtunculuk yâhut Yeni-
Eflâtunculuk’tan devşirme karma ve aldatıcı bir bilgi yığınıydı… Yunan
filozoflarının izinde yürüyen İslâm filozofları yeni bir dünyadan diğer
filozofların bir “uzantısı” ve kadîm Yunan felsefesinin ‘İslâmî merkezleri’
oldular. Ne var ki yerleştikleri bu yeni dünya, felsefelerini kabul etmedi. Bu
felsefeyi kendisinden saymadığı gibi, kendisine baş kaldırmış saydı. 639
638 Meşşâî felsefeye yöneltilen eleştirilerle ilgili olarak bkz. Fatih Toktaş, İslâm Düşüncesinde Felsefe
Eleştirileri, Klasik Yayınları, İstanbul 2004.
639 Ali Sâmi en-Neşşâr, İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu 1, çev. Osman Tunç, İnsan Yayınları,
174
ne kadar da isabet etmektedir: “Yakub bin İshak el-Kindî, kendi döneminde
İslâm filozofu idi. Yâni İslam’daki filozof… Çünkü İslâm’da filozof sözkonusu
değildir.” Bunlar tıpkı Yunan filozofları gibidir. Yunan felsefesinin şârihleri
yâhut İslâm dünyâsındaki Helenistik ruhun uzantılarıdır.640
Konuyla ilgili son bir okuma tarzından daha örnek vermek istiyoruz. Bu
okuma tarzı, Fârâbî’yi tam olarak dışlamasa da belli noktalarda eleştirmeyi tercih
etmiş olan Ömer Mahir Alper’e aittir. Alper, Fârâbî’nin felsefe-din ilişkisi
husûsundaki görüşlerini ayrıntılı bir şekilde ve genel olarak bir “uzlaşma ilişkisi”
düzleminde inceledikten sonra şu sonuca varmıştır:
175
Fârâbî’nin felsefeyi “İslâm dîni” ile uzlaştırmak gibi bir kaygısı yoktur. Filozofun
esas kaygısı burhânî felsefenin belirleyiciliğini ve iktidârını sürekli olarak
vurgulamak olmuştur.
Tam anlamıyla hakikaten fâzıl medîne, ilk reisin daha doğrusu peygamber
filozofun yönettiği ‘medîne’dir. Rütbe olarak bunu takip eden medîneler ikinci
dereceden olup, ilk reisin izinden gitme çabasını başkanların yürüttüğü
medînelerdir… Bilindiği gibi Fârâbî fâzıl medîne reisinin görevini tahlil ederken
bu konu üzerinde çok durmuş; reiste bulunması şart olan sıfatları dile
getirirken hem Cumhuriyet yazarı Eflâtun’dan hem de oluşum dönemindeki
İslâm Devleti’nden; yani peygamber ve Râşid halîfelerin devletinden ilham
almıştır.642 (İtalikler bize ait.)
176
zihninde medîne temeddün etmiş topluluktur. Yani, insanların belirli sosyal, fikrî
ve dînî bağlarla bağlandıkları topluluk.644 (İtalikler bize ait.)
177
bahsedilebileceği gibi, Hz. Musa’nın erdemli toplumundan da sözedilebilir. 646
(İtalikler bize ait.)
Görüleceği üzere yazar, Fârâbî’nin din ile ilgili görüşlerini ilk başkan
bağlamında Hz. Muhammed ve onun etrafında kurulan İslâm toplumuyla
özdeşleştirerek anlamlandırma yoluna gitmektedir. Yukarıda da farklı vesilelerle
değinmeye çalıştığımız gibi, Fârâbî’nin özellikle es-Siyâsetu’l-Medeniyye ve el-
Medînetu’l-Fâdıla adlı eserlerinde faal akıldan tahayyül yetisine gelen bir bilgi
türünden-vahiyden bahsetmesi ve bu bilgiyi alan kişinin nebî ve ilk başkan
olabileceğini belirtmesi bu yorumları ciddî anlamda haklı kılıyor gözükmektedir.
Ancak filozofun mantık metinlerini de göz önünde bulundurur ve onun burhânî
felsefe perspektifinin farkında olursak bu yorumların Fârâbî’nin sembolik
anlatımını açımlamak için çok yeterli olamayacağını düşünebiliriz.
Sâhiplenici okuma tarzlarından Sünnî tarza son bir örnek daha vererek Şiî
okuma biçimlerine geçelim. Şimdi göreceğimiz okuma tarzı da Fârâbî’nin din-mille
ile ilgili görüşlerini Sünnî perspektiften okumakta ve peygamberleri Fârâbî’nin ilk-
başkanları olarak sunmaktadır:
Yaşar Aydınlı, “Fârâbî’nin Siyaset Felsefesinde ‘İlk-Başkan (er-Reîs el-Evvel)’ Kavramı”, s. 294.
646
647Şaban Haklı, “Fârâbî’de Din-Felsefe İlişkisi Bağlamında Din Dilinin Yapısı”, Uluslararası Fârâbî
Sempozyumu Bildirileri, Elis Yayınları, Ankara 2005, s. 306, 3 numaralı dipnot.
178
Şunu da söyleyebiliriz: Fârâbî burada Şia’nın özellikle İsmâiliye’nin
görüşünü soyut ve genel olarak dile getiriyordu. Yaygın görüş, Fârâbî ile bu
fırka arasında bir tür ilişki olduğudur. Her ne kadar kendisi Şiî, İsmâilî olmasa
bile.648
Fârâbî’yi Şiî öğretiye bağlı bir düşünür olarak görmek isteyen Corbin ilginç
iddiâlarını şu şekilde sürdürüyor:
286.
651 Henry Corbin, İslâm Felsefesi Tarihi, s. 289.
179
görüşlerinden ilham alması dolayısı ile Yunan’dan alınmış bir havası vardır,
ancak bir İslâm feylesofunun felsefî ve manevî-irfânî (mystique) özlemlerine
cevap vermeye de elverişlidir.652(İtalikler bize ait.)
180
filozofun kullanmış olduğu sembolik ve zaman-mekan belirtmeyen ifâdeler, bir
zaman-mekana ve tarihsel kişilere uyarlanmaya kalkıldığında birbirinden farklı
birçok perspektife kendini açabilme özelliğine sâhiptir. Biz bu Fârâbî okumalarının
her birinin de haklılık payları olmakla birlikte, Fârâbî’nin sembolik ifâdelerini tam
olarak karşılamadıklarını düşünüyoruz. Zîra zikrettiğimiz yorumların hiç biri,
İkinci Öğretmenin burhânî epistemolojisini dikkate almamakta ve filozofu
yorumlarken genel olarak es-Siyâsetu’l-Medeniyye ve el-Medînetu’l-Fâdıla gibi
eserlerine atıfta bulunmaktadır. Biz Fârâbî okumamızı onun burhânî felsefe
perspektifine dayandırmaktayız. Burhânî felsefeyi ele aldığımız alt başlıktaki
anlatılar, az önce doğrudan alıntılar yaparak ortaya koymaya çalıştığımız okuma
tarzlarını hiçbir zaman tam anlamıyla olumlayamayacaktır.
Şimdi ise kendi perspektifimize kısmî olarak da olsa bazı açılardan yakın
bulduğumuz okuma tarzlarına değinmek istiyoruz. Meselâ Ali Durusoy, filozofun
Kitâbu’l-Hurûf’undaki -bizim de tezimizde kendimize temel aldığımız metin-
görüşlerini kısaca verdikten sonra şunu ifâde etmektedir:
Kendimize kısmî olarak yakın bulduğumuz bir başka okuma tarzı da Hasan
655 Ali Durusoy, “Fârâbî’de Bilim Felsefe ve Mille Bağlamında Mantık”, s. 74.
181
Şahin’e ait. Şahin bu konudaki görüşlerini şu şekilde ifâde ediyor:
656 Hasan Şahin, “Fârâbî’nin Vahiy Anlayışı”, Uluslararası Fârâbî Sempozyumu Bildirileri, s. 275.
182
yegâne düşünsel yöntem-epistemoloji, burhânî yöntem-epistemolojidir. Mantık
olmadan felsefenin hiçbir alanında doğru bilgiye ulaşılamayacağına göre öncelikle
burhânın kurallarına göre öğretimden geçmiş, daha sonra burhânın öğreticisi-icrâ
edicisi olmuş bir kişilik olması gerekir ilk başkanın. Bu mantıkî epistemolojinin
olmadığı yerde asla fâzıl bir medîneden bahsedilemez. Tam da burada, ilk başkanın
bu özelliğini vurgulayan ve bizim de ciddî anlamda katıldığımız bir okuma tarzına
geçmek istiyoruz.
O halde toplumu yönetmek için KÂNUN gerekir; ve, ZULMÜN karşıtı, eğer
ADÂLET ise, ve, bir devletin koymuş olduğu kânûnlara Adâlet deniyorsa;
“Kanun Koyucular”, kanûnu küllî koymalıdır. “Küllî koyma işi”ni bilen kişi,
Özdeşlik İlkesi Temelinde, “Her şey hakkında Küllî+Zarûrî+Doğru+Yakînî vasıflı
bilgi sahibi olan kişidir; ve ‘Bu vasıftaki Bilgisi ile, yine bu vasıftaki davranışını
aynılaştırabilen kişidir.” İşte, bu vasıftaki Bilgi Doğrusu ile yine bu vasıftaki
Davranış Doğrusu’nu kendi şahsında aynılaştırabilen kişi, idâre ettiklerinin
“Ârâ’sını takyîd, ef’âlini takdîr” eden kişidir. Yani, “Politikacı” değil, ama, “Devlet
Adamı”dır. O, “Melik-i Tâmm”dır. Bunu “İnsan-ı Kâmil” ile karıştırmamalıdır. Bu
bakımdan, “Devlet Adamı”nın idâre eden olarak, idâre edilenlerin de “Özdeşlik
İlkesi”ne dayanan Küllî+Zarûrî+Doğru+Yakînî Bilgiler ile donatılması ve onların
bu donanımını kişisel Davranış Doğrularıyla örtüştürtebilmesi gerekir… (Bu
italikler bize ait.) “Fârâbî’de Devlet-Bilim İlişkisi” bizi, Gerçek hakkında (burada
Toplumsal Gerçek) Bilgi Doğrusu ile Davranış Doğrusu’nu, kendi şahsında
aynılaştıran insana ulaştırmaktadır, bu insan, ister kânûn koyucu, isterse de
kânûna uyan olsun! – Fârâbî buradan, “Tek Dünya Devleti” fikrine geçecektir. (Bu
cümledeki italikler bize aittir.) – Acaba, Dünyada, böyle bir insan var mıdır, yok
mudur? sorusu ‘Devlet’ konusunu değil, ‘Siyâset’ konusunu ilgilendirir. 657
657 Mübahat Türker Küyel, “Fârâbî’de Devlet Bilim İlişkisi”, Uluslararası Fârâbî Sempozyumu
Bildirileri, s. 14.
183
dikkate değerdir. Birçok vesîleyle dediğimiz gibi burhânî epistemolojiye dayanan
bir felsefe tarzını göz önünde bulundurmadan yapılacak olan değerlendirmeler
eksiktir. Böylelikle Fârâbî’nin dîne-milleye dâir görüşleri üzerine yapılmış olan
okuma biçimlerinden bazı örnekler vererek bu alt başlıktaki anlatılarımıza son
vermek istiyoruz. Alıntılarımızı yaparken esas aldığımız ana noktalar din-mille,
vahiy, ilk başkan, ilk başkan yönetimindeki fâzıl medîne vs.den oluşmaktaydı.
Bunun sebebi de filozofun din-mille hakkındaki düşünceleridir. Filozofun din
hakkındaki görüşlerini herhangi bir teolojik din algısı çerçevesinde ele almak
mümkün değildir. Bize göre onun din-mille hakkındaki görüşleri burhânî felsefe
çerçevesinde ele alınmalı, ilk başkan ve onun din koyucu özelliğine dikkat edilmeli
ve dînî bilginin, felsefenin halk yığınlarının anlayış kapasiteleri düzeyine
indirgenmiş bir ifâdesi olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Filozofu
yorumlarken herhangi bir dîni, ya da bir dînin farklı teolojik sistemlerini esas
almak onu kesinlikle yanlış anlamak demektir. Bu hatırlatmadan sonra şimdi din-
mille konusunu ana hatlarıyla anlatmaya başlayabiliriz.
Fârâbî din ile ilgili olarak farklı metinlerinde farklı bağlamlarda birbiriyle
tam olarak örtüşmeyen görüşler ileri sürmüştür. Biz filozofun dine ilişkin
görüşlerini ele alırken Kitâbu’l-Hurûf ve Tahsîlu’s-Sa’âde’deki “burhânî perspektifi
esas alacak ve diğer metinleri bu metinler etrafında yorumlayacağız. Şimdi
filozofun din ile ilgili olarak ortaya koyduğu farklı ifâdeleri ele alalım ve ardından
Fârâbîci bir din tanımı yapmaya çalışalım:
184
ve her ikisi de insanın kendisi için varlığa getirilmiş olduğu nihaî amaç, yani en
yüksek mutlulukla diğer varlıkların nihaî amaçları hakkında bilgi verirler.
Felsefenin bütün bunlarla ilgili olarak akla veya kavramaya dayanarak bilgi
verdiği her şeyde din hayal gücüne dayanan bilgiler verir. Felsefenin ispat ettiği
her şeyle ilgili olarak din ikna eder… O halde felsefenin kesin ispatlar verdiği
her şeyde din, ikna etmeye dayanan açıklamalar verir. Sonuç olarak felsefe,
zaman bakımından dinden öncedir.658
185
3.1.3. Dinin Temel Karakteri Olarak Din Koyucu ya da Maskeli Filozof
Her bir sanatın icrâcısı olduğu gibi dînin de bir icrâcısı vardır ve bu
icrâcının da özel bir ismi olmalıdır. Fârâbî bu karakteri “din koyucu (vâdi’u’l-
mille)” şeklinde isimlendirmektedir.664 Fârâbî’ye göre din koyucu aslında
filozoftur. Ancak o, yaptığı iş îcâbı farklı bir isim almaktadır. Yani din ürettiği için
kendisine din koyucu denilmelidir. Bu anlamda “din koyuculuk”, “filozofluğun”
kılık değiştirmiş hâli olmaktadır. Filozoflar halk yığınlarını yönetirlerken felsefî
kişiliklerini saklı tutarlar. Zîrâ felsefe halk yığınları için bir anlam ifâde
etmeyeceğinden dolayı semboller (misâlât) ve hayaller (hayâlât)665 şekline
bürünürek halkı iknâ etmeyi ve eğitmeyi amaçlar.666 Felsefe her zaman özel
insanların düşünme tarzı olmuştur. Ancak bu özel insanlar yönetici olduklarında,
sâhip oldukları felsefî birikimlerini hitâbet sanatının gerektirdiği bir forma
dönüştürürler ve kendilerini halka bu şekilde ifâde ederler.667 Böylelikle felsefe eş
zamanlı olarak, hitap edilen insan gruplarının algı düzeyine göre bazen hitâbet
sanatına bazen cedel sanatına ve bazen de şiir sanatına dönüşebilir. Ancak
yineleyerek söyleyelim, felsefe her zaman kendisine hizmet edilen bir bilim olarak,
diğer hitap tarzlarını kullanan ve onlarla iş gören bir sanattır. Diğer sanatlar ise
662 Filozof, sürekli olarak dînin felsefeye tâbî olduğunu ve gerek yanlış, gerekse doğru olsun bütün
dinlerin felsefelerden türediğini ifâde etmektedir. Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 153-4.
663 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 159.
664 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 133.
665 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 131.
666 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 152.
667 Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, s. 90.
186
felsefenin âletleri olmaktadır. Felsefe kendisini halk yığınlarına açacağı
zamanlarda içine kapanır ve özellikle de hitâbet sahnesini tercih ederek, bu
sahnenin temel karakteri olan hitâbetçinin maskesini ondan ödünç alır. Filozof-
burhân hocası siyâsetçi kişiliği îcâbı halk yığınları arasında bu maskeyle dolaşır.
Maske filozofu bir din adamına dönüştürür, yani peygambere.668
Böylelikle “din koyucu” karakterin nasıl bir kişilik olduğunu genel olarak
ifâde etmiş olduk. Şimdi ise bu maskeli filozofun tarihî kişiliklere tekâbüliyeti
sorunu üzerinde duralım.671
668 Bu ifâdelerin ayrıntılı açılımı için bkz. Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, s. 93-4.
669 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 133.
670 Fârâbî bu isimlerin her birinin aslında aynı anlama geldiğini, ancak aynı kişinin oynadığı farklı
toplumsal roller gereği kullanıldığını ifâde eder. Ayrıntılı bilgi için bkz. Fârâbî, Mutluluğun
Kazanılması, s. 92-3/Kitâbu Tahsîli’s-Sa’âde, s. 93-2.
671 Fârâbî’nin ilk başkanını ana hatlarıyla ele alan ancak bu kişiliğin tarihsel kimliği üzerine hiçbir
soruşturma yapma ihiyacı hissetmeyen bir çalışmaya örnek olarak bkz. Munzir el-Kevser,
Felsefetu’l-Fârâbî: Allah, el-Vucûd, el-İnsân, s. 277-83.
187
3.1.4. Din Koyucuların Tarihsel Kişilikleri Üzerine Bir Soruşturma ya
da Maskeli Filozofa Tarihsel Kimlik Bulma Çabasının Anlamı
Filozofun din, vahiy, ilk başkanın kimliği gibi konuları ele alırken Kitâbu’l-
Mille, el-Medînetu’l-Fâdıla, es-Siyâsetu’l-Medeniyye adlı eserlerinde takındığı tavır
ile Kitâbu’l-Hurûf ve Tahsîlu’s-Sa’âde’de takındığı tavır arasında bazı farklılık
vardır. Bundan dolayı özellikle ilk üç eser temel alınarak yapılacak olan yorumlar
ile diğer iki eser çerçevesinde yapılacak olan yorumlar birbirinden farklı olacaktır.
Yorumlar arasındaki farklılığın en önemli nedeni Kitâbu’l-Burhân’daki felsefî tavrın
göz önünde bulundurulmamasıdır. Burhânî felsefeyi anlatırken izlediğimiz felsefî
doğruluk sahnesini yeniden gözümüzün önüne getirirsek anlatmak istediğimiz
konu daha iyi anlaşılır. Şimdi iddiâlarımıza örnek teşkil etmesi ve yukarıda kısaca
tasvîrini denediğimiz farklı Fârâbî okuma tarzlarını da anlaşılır kılması açısından
filozofun metinlerine gidebilir ve konuyu biraz daha somutlaştırmayı deneyebiliriz.
188
en üst derecedir (ekmelu’l-merâtib).”672
Aynı eserin bir başka yerinde filozof konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:
189
bu insana vahyeden ilk sebeptir. Bu insanın başkanlığı ilk başkanlıktır ve diğer
insânî başkanlıklar bundan sonra gelir ve bundan var olur. 676
Fazîletli ilk başkanın mesleği ancak kendisine Allah’tan gelen vahiy ile ilişkili
olan bir yönetimdir. Ve o fazîletli dindeki fiil ve görüşleri ancak vahiyle
belirler.677
İbrâhîm Medkûr’a göre faal akıldan gelen bilgi ilham olarak da yorumlanabilmektedir. Bu okuma
tarzı anlaşılacağı üzere sûfîyâne bir okuma tarzıdır. Bkz. İbrâhîm Medkûr, fi’l-Felsefeti’l-İslâmiyye:
Menhec ve Tatbîkuhû 1, s. 71-77.
190
olursak da “Hz. Muhammed’le başlayan bu ilk başkanlık mesleği Şiî İslam
inancındaki “imamlar”la devam edecektir.”
46.
191
Şiî inancının temelini oluşturan “imamlar” olarak yorumlanabilir.
682 Filozofumuzun faal aklın insanın bilgi edinmesi süreciyle ilgili olan irtibatı hakkındaki
görüşlerine dayanılarak Fârâbî’ye göre felsefe ile dinin aslında tek bir gerçeği ifâde ettiği ve
Aristoteles ile Hz. Muhammed’in bilgisi arasında temelde bir fark olmadığı dahî söylenmiştir. Bu
ilginç yorum için bkz. Yûhannâ Kumeyr, el-Fârâbî, s. 26.
683 Fârâbî ilk başkanın niteliklerini sıralarken hikmet ve tam pratik hikmetten bahsetmektedir.
Dediğimiz gibi Hz. Muhammed bir filozof olmadığına göre bu şartlar onun için geçerli olamaz. İlk
192
akışına dayanarak ilk başkanın Hz. Muhammed olduğu sonucuna varılamaz. Bize
göre Fârâbî’nin bahsettiği “mille”nin İslâm olmadığı, yine filozofun bahsettiği
“fıkıh” ve kelâm”ın İslâmî ilimlerden olan “fıkıh” ve “kelâm” olmadığı gibi,
kendisine vahiy gelen ilk başkan da Hz. Muhammed olamaz. Zirâ Fârâbî ilk
başkanda bulunması gerekli “ilk başkanın içinde yaşadığı toplumun dinine saygılı
olması gerektiği”684 şeklindeki gibi bir şart, asla bir İslâm peygamberi için geçerli
olamaz. Bilindiği üzere İslâm peygamberleri içinde yaşadıkları toplumların
geleneksel inançlarıyla mücadele etmişlerdir, yoksa Fârâbî’nin dediği gibi onlara
saygılı olmakta fayda mülâhaza etmemişlerdir. Bu şartı peygamberin kendisinin
getirdiği dinle ilişkili olarak da düşünemeyiz. Aksi takdirde çok komik bir tabloyla
karşılaşırız. Çünkü bir peygamber için, getirdiği dine saygılı olması şartının
koyulması gibi bir şey söz konusu olamaz. Filozof İbn Rüşd gibi açıktan Hz.
Muhammed’in ya da başka herhangi bir yöneticinin ismini açıkça vermemiştir. Zîrâ
İbn Rüşd’e göre Hz. Peygamber ile Hulefâ-i Râşidîn ve Murâbıtların kurucusu Yûsuf
b. Tâşfîn dönemlerinde İslâm toplumları erdemli devlette yaşamışlardır.685
Üçüncü cevap: “Hz. Muhammed ilk başkan değildir. Yine Şiî İslâmının
İmamları da ilk başkan teorisiyle özdeşleştirilemezler”: Hz. Muhammed’in bir
burhân hocasından burhânî felsefe öğrenmiş olamayacağını hepimiz biliyoruz. Faal
akıldan müstefâd akla gelen bilginin felsefî bir bilgi olduğu ve dolayısıyla da Hz.
Muhammed gibi daha sonra onun soyundan gelen “imamlar”ın da birer filozof
oldukları söylenemez. Burhânî epistemolojiyi anlatırken de değindiğimiz üzere
müstefâd akla gelen bilgi aslâ vahyî ya da keşfî bilgi ile karıştırılmamalıdır. Bu iki
bilgi tarzı da ilâhî bir kökene dayanmakta ve elde edilen değil, verilen bir bilgi olma
özelliğini taşımaktadır. Felsefî bilgi sadece burhânî diyaloglarla elde edilir. Burhânî
diyaloğu temel alarak düşündüğümüzde ise müstefâd akıl, sadece küllî düşüncenin
nasıl ortaya çıktığını açıklayan bir kavram olmaktadır. Filozofumuz ilk başkanın
ardından onun özelliklerini taşıyan yeni bir ilk başkan adayının bulunmadığı
başkanda bulunması gereken bu özellikler için bkz. Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, çvr., s. 88. Filozofumuz
yine başka bir eserinde ilk başkanın nazarî felsefeyi çok iyi bilmesi gerektiğini söylemektedir. Bkz.
Fârâbî, Kitâbu’l-Mille, çvr., s. 273.
684 Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, s. 94.
685 Fatih Toktaş, “İbn Ruşd’ün Siyaset Ahlakı”, İslâmiyât, c. 6, sy. 1, s. 67.
193
durumda ne yapılması gerektiğini düşünürken, bu durum karşısında ilk çözümün,
ilk başkanın özelliklerinden her birini kendisinde bulunduran birden çok kişinin
bir araya getirilmesi olduğunu söylemiştir.686 Hz. Muhammed’den sonra onun
özelliklerini taşıyacak tek bir kişiden bahsedilemeyeceği gibi, bu özelliklerin -ki
bunlardan en önemlisi vahiy almaktır- her birininin kendisinde bulunduğu bir
insanlar grubundan da bahsedilemez. Bu şart Hz. Peygamberden sonraki
Halîfelerle ya da imamlarla ilişkilendirilerek de anlaşılamaz. Çünkü ne halîfeler ne
de imamlar peygamberin tam anlamıyla bir devamı sayılamazlar. Halîfeler vahiy
alamazlar, Şiî İslâmının imamları da her ne kadar mâsum da olsalar, Hz.
Muhammed’le kıyaslanamazlar. Bütün bunların yanında şunu da ekleyelim; Şiî
İslâmının imamlarının Fârâbî’nin ilk başkanları ya da yasaya bağlı başkanları
olduğu yine söylenemez. Çünkü Fârâbî ilk başkanın ölümünün ardından onun
çocukları arasında ilk başkan olmaya yatkın olanın üzerinde durulması ve onun
eğitilmesi gerektiğini söylemektedir.687 Ancak hepimizin de bildiği gibi Hz.
Muhammed’in soyu oğulları ile değil, kızı Hz. Fâtıma ile devâm etmiştir. Hz. Hasan
ve Hz. Hüseyin gibi onların soyundan gelen diğer imamlar da ilk başkan adayları
olarak gösterilemezler.
Bize göre Fârâbî’nin ilk başkan ve erdemli şehir projesi bir tarih
okumasından ziyâde, aslında daha çok bir umut ve bekleyişin projesidir. Filozof
tarihte kalmış devlet ve dinler ya da kendi dönemindeki toplumlar ve onların
686 Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, çvr., s. 88-9. Bu durum karşısındaki diğer alternatif çözüm arayışları için
metnin devamına bakılabilir.
687 Fârâbî, Kitâbu’l-Mille, çvr., s. 269.
194
inançları ile ilgili olarak pek tabiî ki belli şeyler düşünüyor olmalıdır. Hatta
bunlardan bazılarını fâzıl medînesine yakın görüyor bile olabilir. Kitâbu’l-Mille’de
buna örnek olacak birçok ifâdeyle karşılaşıyoruz.688 Ancak filozof, eserlerinde bu
konuları ele alırken hiçbir şekilde anlatılarını tarihten ya da kendi döneminden
isimler vererek somutlaştırmayı tercih etmemiştir. Vâkıayı düşünüyor olmakla
birlikte bize göre onun tasarladığı yönetim biçimi daha çok bir idealdir.689 Bu
anlamda Ahmet Arslan’ın el-Medînetu’l-Fâdıla’yı “İdeal Devlet” şeklinde tercüme
etmiş olması da dikkate değerdir. Belki de bu projenin bir “ideal” olmasından
dolayıdır ki İkinci Öğretmen yaşadığı hayal kırıklığının bir tezâhürü olarak
yorumlanabilecek olan farklı “alternatif erdemli tavırlar” da tasarlamıştır. Bu
alternatifler filozofun bahsede geldiği projenin daha çok bir ütopya olarak
değerlendirilmesi gerektiğini imliyor. Filozofun alternatif erdemli yaşam, yani
kaçış projesi şöyle:
Erdemli şehrin üyesi olan bir kişinin kendi irâdesiyle veya iradesi dışında
câhilî şehirde oturması imkânsız değildir. Bu erdemli kişi, bu câhilî şehirde, o
şehre yabancı biridir… Câhilî şehrin üyesi olup da erdemli şehirde yaşayan
kimsenin durumu da bunun gibidir… Bu nedenle, herhangi bir zamanda
erdemli şehir var olduğunda, erdemli şehrin yokluğu sebebiyle câhilî şehirde
oturmak zorunda kalmış erdemli insanların, erdemli şehre göç etmeleri
gereklidir.690 (İtalikler bize ait.)
195
hayattan daha iyidir (el-mevtu hayrun lehû mine’l-hayât).691
196
içerisinde düşüncelerini değiştirme yoluna gitmemişse ya da farklı eserlerdeki
anlatıları arasındaki çelişkilerin farkındaysa, ilk başkanı şöyle anlamamız
gerekmektedir: Fârâbî’nin ilk başkanı en başta bir filozoftur. Onun felsefe tarzı
burhânî felsefedir. Din ise bir filozof tarafından da ortaya konulabilir.693 Yani
herhangi bir filozof gelecek zamanların birinde siyâsî kişiliği îcâbı felsefî
düşüncelerini halkın anlayabileceği bir forma sokabilir. Felsefî bilginin büründüğü
bu sembolik ifâdeler bütünü din-milledir. Bu din, ilk başkan tarafından
uydurulmuş ve kurumsallaştırılmıştır. Böylelikle burhânî felsefenin en mükemmel
icrâ edicisi olan ilk başkan gelecekte bir gün bütün birikimini hayata geçirecek, bir
dünya dini üretebilecek ve en nihâyetinde bütün bir dünya insanını kendi iktidârı
altında birleştirebilecektir. Bu dünya sultanlığı tarih içerisindeki devamlılığını,
burhânî diyaloglarla yetiştirilen filozof adaylarından en iyilerinin ard arda
gelmeleri ile sağlayacaktır. Filozoflar koymuş oldukları kanunları, yani dînî
kuralları zamana göre değiştirebilme hakkına sâhiptirler. Bu nitelikleri hâiz bir
filozofun yetiştirilemediği zamanlarda ise, onun yerini bütün bu özelliklerden her
birini ya da bazılarını kendisinde bulunduran bir insan grubu alacaktır. Şayet bu da
başarılamazsa yapılacak şey, bir önceki başkanın koyduğu kuralları muhafaza
etmek ve yeni sorunları bu kurallar çerçevesinde çözüme kavuşturmaktır. Ancak
bu yönetim felsefî yönetim değil, fıkhî yönetim olmaktadır. Fıkıh yönetimi ise fâzıl
medînenin çözülüşünün-yıkılışının ilk işâretlerini veriyor gibidir. Şayet devlet
kendisini yenileyemez ve koruyamazsa, câhil devlet hâline gelme tehlikesiyle karşı
karşıyadır. İşte felsefî bir ilim olan siyâset ilmi bu durumda, vâkıayı değerlendirir
ve toplumu câhilî bir toplum olmaktan kurtarıp fâzıl bir toplum olmaya
yöneltebilir. Zaten bütün bir tarih de burhânî felsefenin yıkılımı ve yeniden
kurulumu olarak okunmalıydı. O halde burhânî felsefe idealize edildiği şekliyle
varlığını korumaya çalışır. Bunu başaramadığı durumlarda kendisinin âvâmî formu
olan dinin-milllenin üzerine binâ edilen fıkıh ile yaşamını devam ettirecektir.
Çöküş tam olarak gerçekleşe de bilir, gerçekleşmeye de bilir. Bundan sonraki süreç
693Cafer Âli Yâsin’e göre Fârâbî faal akılla ittisâl fikri ile nübüvvetin yolunu herkese açıyor değildir.
Yâsîn’nin yorumu için bkz. Ca’fer Âli Yâsîn, Feylesûfân Râidân: el-Kindî ve’l-Fârâbî, Dâru’l-Endelus,
Beyrut 1983, s. 141. Yine Fârâbî’nin nübüvvet teorisi ile ilgili değerlendrmeler için aynı eserin 133-
41. sayfalarına bakılabilir.
197
her hâlükarda felsefenin yeniden inşâ edilmesi evresidir.
Meşşâî filozofların felsefe-din ilişkisi ile ilgili görüşleri genel olarak bir
“uzlaştırma” perspektifi çerçevesinde ele alınmaktadır.694 Uzlaşma daha çok,
temelde birbirine karşı olan farklı iki veya daha fazla tarafın ortak bir noktada
buluşması anlamına gelmektedir. Belli asgarî müşterekler etrafında bir araya gelen
taraflar aslen tarafı oldukları şeyden kısmî olarak vaz geçmektedirler. Dolayısıyla
uzlaşma, karşıt iki şeyin kendi öz niteliklerinden ödün vererek belli bir
zorunluluktan dolayı ortak bir noktada bir araya gelmek zorunda olmalarını ifâde
eden bir kelimedir. Bu kelimenin zıddı ise çatışmadır. Çatışma, karşıt iki tarafın
kendi iddiâlarını hâkim kılmak uğruna her şeyi göze almaları ve bu uğurda hiçbir
ödün vermeden mücadele etmeleri demektir. Felsefe ile din, temelde birbirinden
çok farklı olan, ancak ilgilendikleri konular itibâriyle de zaman zaman yüzyüze
gelen iki ayrı gerçeklik iddiâsıdır.695 Fârâbî bu iki farklı perspektif arasındaki ilişki
üzerinde ciddîyetle durmuştur. Ona göre felsefe ile din arasında uyumlu bir ilişki
olmalıdır. Felsefe gerçekliğin bilgisi olduğu için bir olmazsa olmazdır. Zîrâ hayatta
uğruna yaşanan tek amaç mutluluktur. Mutlu olabilmenin yolu doğru bilgiden
geçer. Doğru bilgi ise felsefî bilgidir.696 Din olmadan da olmaz. Zîra felsefe üst
düzey birkaç insana hitâb eder. Din ise âvâma hitâb etmektedir. Filozof tek başına
694 Örnek olarak bkz. Ömer Mahir Alper, İslâm Felsefesinde Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi, s. 77-137;
Uzlaştırma ilişkisini sadece Fârâbî üzerinden inceleyen çalışmalara örnek olarak bkz. Ahmed
Şemsuddîn, el-Fârâbî: Hayâtuhû, Âsâruhû, Felsefetuhû, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1990, s. 123-
29; H. Abbas Nasrullah, “et-Tevfîk beyne’d-Dîn ve’l-Felsefe/beyne’n-Nubuvve ve’r-Riâse”, Ebû Nasr
el-Fârâbî: Feylesûfu’l-İslâm ve’l-Mu’allimu’s-Sânî, Dımeşk 1989, s. 69-82. Fârâbî’nin felsefe ile özelde
İslâm dînini uzlaştırmaya çalıştığı da söylenmektedir. Bkz. Ca’fer Âli Yâsîn, Feylesûfân Râidân: el-
Kindî ve’l-Fârâbî, s. 87; Muhammed Âbid el-Câbirî, Felsefî Mirasımız ve Biz, s. 70 vd.; Sa’îd Zâyed, el-
Fârâbî, s. 65; Yûhannâ Kumeyr, el-Fârâbî, s. 26. Bunun yanında özellikle Kindî ve Âmirî’nin din ile
felsefe arasında bir uzlaşma arayışı içerisinde olduklarını da açıkça söylememiz gerekiyor. Kindî ile
ilgili değerlendirmeler için bkz. Ömer Mahir Alper, İslâm Felsefesinde Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi, s.
33-74. Âmirî’nin düşünceleri için bkz. Kasım Turhan, Din-Felsefe Uzlaştırıcısı Bir Düşünür: Âmirî ve
Felsefesi, MÜİFVY, İstanbul 1992, s. 61-80, 262-6.
695 Ebû Hayyân et-Tevhîdî’yi burada anmamız gerekmektedir. Tevhîdî, eserinde bu soruna dâir çok
hoş bilgiler vermekte ve farklı bir çözüm getirmeye çalışmaktadır. Bkz. Ebû Hayyân et-Tevhîdî,
“İhvân-ı Safâ ve Din-Felsefe İlişkisi”, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, s. 233-47.
696 Fârâbî’nin Kitâbu’t-Tenbîh âlâ Sebîli’s-Sa’âde adlı eseri tamamen bu konuya ayrılmıştır.
198
yaşayamaz. Halk da filozof olmaksızın yaşayamaz.697 Bütün bir toplumsal düzen bu
iki insan grubu arasında kurulacak olan olumlu bir ilişki etrafında tesis edilebilir.
Dolayısıyla fâzıl medîne ne felsefesiz ne de dinsiz hayat bulamayacaktır. O halde bu
iki gerçeklik iddiâsı aynı anda aynı toplumda var olabilmelidir. Yani felsefe ve din
arasında uyumlu bir ilişki kurulmaksızın düzenli bir toplumsal birlikten
bahsedilemez. Felsefe ile din arasındaki ilişki filozofla halk arasındaki ilişkidir
aslında. Çünkü felsefe burhânî felsefenin icrâcısının gerçeklik bilgisidir. Din ise,
aynı filozofun sahip olduğu bu gerçekliği, halk yığınlarının anlayabileceği bir forma
sokması ile ortaya çıkar.698 Fârâbî’ye göre din her zaman felsefeden sonra gelir ve
felsefeye tâbîdir. Felsefe gibi din de filozofun ürettiği bir gerçeklik iddiâsıdır.
Filozof felsefî bilgiyi kendisi için, dînî bilgiyi ise halk için üretir.699 O halde felsefe
ile din arasında kurulması gerekli olan uyumlu ilişkide belirleyici taraf felsefe iken,
din belirlenen taraf olmaktadır. Yani felsefe dîni hem üretir hem de belirler. Bu
belirleme felsefenin kendi acziyeti ve zayıflığı dolayısıyla değildir. Bu belirleme
sadece felsefenin kendisini kalabalığa ifâde edebilmesi için düzenlenmiş bir
belirlemedir. Felsefe hiçbir zaman hizmet eden durumunda değildir. Din ise
felsefeye hizmet etmek durumundadır. İlk başkan hiç kimseye hizmet etmez.
Halkın farklı kademeleri ise en nihayetinde ilk başkana hizmet ederler, vücudun
organlarının kalbe ve evrendeki her şeyin İlk Akla-İlk Varlığa hizmet etmesi gibi.700
Bundan dolayı Fârâbî felsefe-din ilişkisini incelerken bir uzlaşma ya da çatışma
ilişkisinden ziyade,701 bir belirleme-belirlenme ilişkisinden bahseder.
697 Burada Hegel’i anmamız gerekmektedir. Fârâbî’nin âvam-havas şeklindeki ayrımının farklı bir
şeklini buluyoruz filozofta. Zîrâ o benzer bir tavrı şu şekilde dile getiriyor: “Bir birey çoklarına göre
daha akıllı olabilir, ama halk-tinini geçemez. Akıllılar, halk tinini bilip ona göre davranmayı
bilenlerdir. Bunlar halkın içinden gelen büyük insanlardır, halkı genel tine göre yönetirler. Bu
demektir ki bizim için bireysellikler yitiyor ve yalnızca halk-tininin isteğini gerçekleştiren bireyler
geçerlilik kazanıyor…” G.W.F. Hegel, Tarihte Akıl, s. 65.
698 Fârâbî’nin felsefî ve dînî bilgi ayrımının episteme ve doksa bağlamında ele alınışı için bkz. Joep
Lameer, Al-Fârâbî & Aristotelian Syllogistics: Greek Theory and İslamic Practice, Leiden-New York-
Köln, s. 261-3.
699 Buradaki anlatılarımıza işâret etmesi açısından şu sayfalara bakılabilir: Fârâbî, Mutluluğun
çvr., s. 272-3.
701 Felsefe ile din arasındaki ilişkiyi çatışma ilişkisi bağlamında da ele alınmıştır. Özellikle Fârâbî ile
ilgili kısımlar için bkz. Fehrullah Terkan, Çatışmanın Dinamikleri: Din ve Felsefe Uzlaşmazlığı
199
3.1.6. Zamansal Öncelik-Sonralık Bağlamında Felsefe-Din Çatışması
ve Uzlaşması
Müzakereler o kadar uzun sürebilir ki, hâlâ savaşa mı yoksa artık barışa mı
Üzerine, Elis Yayınları, Ankara 2007, s. 21-47, 224-33. Ancak bu eserdeki çatışma ilişkisinin tam
anlamıyla bizim bahsettiğimiz çatışma ilişkisiyle örtüşmediğini de hatırlatalım.
702 Fârâbî’de felsefe-din çatışmasının gerçekleşeceği durumlarla ilgili olarak Terkan’ın
değerlendirmelerine bakılabilir: Fehrullah Terkan, Çatışmanın Dinamikleri: Din ve Felsefe
Uzlaşmazlığı Üzerine, s. 38-47.
200
ait oldukları hiç bilinmez. Felsefenin çağa karşı duyulan bir öfkeden olduğu
kadar, bize sağladığı bir dinginlikten de ayrı düşünülemez olduğu doğrudur.
Felsefe yine de bir Güç değildir. Dinler, devletler, kapitalizm, bilim, hukuk,
kamuoyu, televizyon birer güçtür, ama felsefe değildir. Felsefenin büyük iç
çarpışmaları olabilir (idealizm – gerçekçilik, vs.), ama bunlar gülmek için girişilen
çarpışmalardır. Felsefe bir güç olmadığı gibi, güçlerle bir çarpışmaya da
girişemez, yine de onlara karşı çarpışmasız bir savaş, bir gerilla mücadelesi
sürdürür. Ve onlarla konuşamaz, onlara söyleyecek, onlara iletecek bir şeyi
yoktur, yalnızca müzakereleri sürdürür. Güçler, dışımızda kalmayıp aynı
zamanda her birimizi katettiğinden, her birimiz, kendimizi kendimizle sürekli
müzakere ve gerilla mücadelesi halinde buluruz, felsefe sayesinde. 703 (İtalikler
bize ait.)
Felsefe ile din arasındaki zamansal öncelik sonralık ilişkisi doğal olanı
gösterir. Fârâbî toplumların kendi iç dinamikleri düşünüldüğünde, onların her
703 Gilles Deleuze, Müzakereler, çev. İnci Uysal, Norgunk Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 7.
704 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 153-4.
201
birindeki doğal evrim sürecinin böyle olacağını belirtmektedir, yani önce felsefe
sonra ise din oluşur toplumların doğasından. Bu doğal evrim süreci, farklı
toplumların birbirleri ile olan ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda sekteye
uğrayabilir, hızlanabilir, daha da doğrusu doğal bazı kademeleri atlayarak devam
edebilir yolculuğuna. Fârâbî’ye göre felsefeler gibi dinler de bir toplumdan başka
topluma ya da toplumlara, bazen olduğu gibi bazen de eklemeler-çıkarmalar
yapılarak aktarılabilir. Yani doğal sürecini hızlı yaşamış olan bir toplumun felsefî
ve dînî birikimi, doğal süreci biraz daha yavaş yaşamış olan farklı insan gruplarına
geçebilir. İşte toplumlardaki evrimsel sürecin bu yönüne dikkat edilmesi
gerekmektedir. Evrimsel sürecini farklı milletlerin etkisi altında geçiren
toplumlarda din, felsefeden önce ortaya çıkabilir. Çünkü bu toplum felsefî evreleri
yaşamadan önce, başka bir toplumun dinini kendi doğasına uyarlayarak
kabullenebilir. Böylelikle bu toplumlarda din, felsefeden daha önce ortaya çıkmış
olur. Evrimsel sürecin doğal olarak yaşanmadığı bu toplumlarda belli bir süre
sonra bir felsefe-din çatışması ortaya çıkacaktır. Aslında olan şudur: Evrimsel
sürecini doğal olarak yaşamış bir toplum vardır. Başka bir toplum, bu toplumun
uzun bir sürecin ardından elde ettiği dîni tecrübesini sahiplenir. İkinci toplumun -
dîni diğerlerinden alan toplumun- dindarları, sâhip oldukları dînin, aslında
felsefeye dayanıyor olduğunu bilmiyorlardır. Bundan dolayı dinin yanında yer
alanlar felsefeye karşı çıkarlar. Felsefeciler ise bu dinin, felsefenin üzerine inşâ
edilmiş bir din olduğunu bildiklerinde müsâmahakar olmayı tercih ederler. Onların
tavırları, sadece bir müsâmaha olarak kalır, çünkü ellerinden bir şey gelmez,
felsefenin hâkimiyeti yoktur bu toplumda. Bu toplumda filozoflar dışlanmış olarak
yaşamak mecbûriyetindedirler. Onlar dincilerle mücadeleye girerler. Bu mücâdele
onların dîne karşı geldikleri anlamına gelmez. Onlar dînin kendisine değil,
taraftarlarına karşı gelmektedirler. Çünkü bu din, zaten onların felsefelerine
dayanmaktadır.705 Fârâbî’nin felsefeyi nasıl anladığını, onun müstefâd akıl
kullanımı ve bu aklın faal akılla olan irtibatı bağlamında değerlendirenlerin
dikkatini çekmeyi arzuladığımız anlatılardan biri de budur.
705 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 155. Konu ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Fehrullah Terkan,
Çatışmanın Dinamikleri: Din Felsefe Uyuşmazlığı Üzerine, s. 39-42.
202
Din ile felsefe arasında bir çatışmanın yaşanmasının muhtemel olduğu
ikinci durum, bozuk din ile doğru felsefe arasında yaşanır. Bir toplumun sâhip
olduğu din, bozuk bir felsefeye (felsefe fâside) tâbî ise ve bu topluma doğru felsefe
(el-felsefetu’s-sahîhatu’l-yakîniyye) bu dînin ardından intikal etmişse, din ile
felsefe arasında çatışma kaçınılmaz olmuş demektir. Bu çatışma ciddî bir
mücâdeleye dönüşür ve mücâdeleden gâlip çıkan taraf, hâkimiyetini îlân eder.706
Felsefe ile din arasında ciddî anlamda sorunların yaşandığı başka bir
durum daha vardır. Burada sorunun üreticisi olan felsefedir, yânî cedelî ve sofistik
felsefe. Cedelî ve sofistik felsefe herhangi bir topluma, dinden sonra gelmiş ise
çatışma yine kaçınılmazdır. Bu felsefe tarzları, dîne ve dînin taraftarlarlarına zarar
verir. İkinci bölümde geniş bir şekilde ele aldığımız bu felsefe tarzları, hatırlanacağı
üzere soruşturmanın ve karşılıklı söz mücâdelesinin esas alındığı felsefe
tarzlarıydı. Sözlü mücâdelenin netîcesi pek tabiî ki ispat ve çürütmelerin bir
hâsılası olan “şüphe” (şek) olacaktır. Şüphe de o dînin samîmi inananları için ciddî
bir tehdit oluşturacaktır. Bundan dolayı kânun koyucu, toplumunda cedelî ve
sofistik felsefeleri istemeyecek, hatta yasaklayacaktır. Bu iki felsefe tarzı her din
için (eyyu milletin kânet) bir tehlike unsurudur.707 Bu paragrafa da dikkat
çekiyoruz.
706 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 155-6. Fehrullah Terkan, Çatışmanın Dinamikleri: Din ve Felsefe
Uzlaşmazlığı Üzerine, s. 43-4.
707 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 156.
203
nebîler, çözümü felsefeyi yasaklamakta bulmaktadırlar. Bu yalancı nebî gibi, onun
kurduğu dînin savunuculuğunu yapan kelamcıları da felsefeye karşı çıkarlar.708
Fârâbî’nin alternatif erdemli yaşam projelerinin ilham kaynağı bu durumlar olsa
gerektir. Dikkat çekmek istediğimiz bir diğer paragraf da bu paragraftır. Görüleceği
üzere din, toplumlarda, onların doğası, fıtratı ve mizacı neticesinde oluşmaktadır.
Dinlerin üreticileri her zaman fâzıl dînin üreticileri olmamıştır. Dolayısıyla din,
bazen uydurulan bir şeydir. Yanlış-bozuk dinlerin de kelamcıları vardır. Bu
kelamcılar da sâhip oldukları dîni ne pahasına olursa olsun savunmayı görev
addederler kendilerine. Görüleceği üzere Fârâbî’nin kullandığı din koyucu, kânun
koyucu, reîs, kelamcı, fıkıhçı vs. gibi kavramlar İslam dîninin kavramlarından
oldukça farklılık arzetmektedir. Fârâbî’yi okurken bu hususlara kesinlikle çok
dikkat etmek gerekmektedir.
sınıflara ayırmıştır. Onun sınıflamasına göre en alt kademede olanlar hayvan tabiatlı olan
insanlarken, en üst kademeyi filozoflar oluşturmaktdadır. Bkz. Fârâbî, Tenbîh ‘alâ Sebîli’s-Sa’âde,
çvr., s. 177-8; Es-Siyâset ul-Medeniyye, çvr., s. 41-7; Fusûlü’l-Medenî, çvr., s. 55-6. Fârâbî bazen bu
ayrımları çok daha açık bir şekilde ortaya koymuştur. Buradaki sınıflandırmada şehrinden kovduğu
hayvan tabiatlı insanları zikretmez. Bkz. Fusûlü’l-Medenî, çvr., s. 85.
204
cumhûr).711 İnsanların doğa ve yaratılışlarından gelen ve sonra da belli oranda da
eğitimle şekillenen bu faraklılıklar, medînede üretilen bilgi formları arasında da bir
farklılığı zorunlu kılacaktır.712 En üst bilgi düzeyi olan burhânî felsefe, kendisini
olduğu şekliyle-aynen halklara açamaz. Bundan dolayı farklı bir forma girmek,
başka bir kılığa bürünmek durumundadır. İşte felsefenin kılığa bürünmüş şekli din
olmaktadır.713 Peki dînin kendine has bir yöntemi var mıdır? Fârâbî’ye göre bu
yöntem tam anlamıyla hitâbet sanatının kullandığı yöntemdir. Kıyâsî sanatlardan
ilk olarak ortaya çıkan ve bizim de tezimizin birinci bölümünde ayrıntılı bir şekilde
ele aldığımız bu sanat, felsefenin, kendisini din formunda halk yığınlarına ifâde
etme aracı olarak kullanılır. Filozofun hitâbet sanatının kanıtlama biçimlerini
temsîl (analoji) ve damîr (örtük tasım) gibi teknik olan ve bunların dışında kalan -
teknik olmayan- kanıtlama biçimlerinden bahsettiğini biliyoruz. Hitâbet sanatı iknâ
etmeyi amaç edinmiştir. Din de iknâyı amaçlar, söylemlerinde misâlat ve hayâlâtı,
temsîlleri (analojiler/et-temsîlât) ve damîrleri (ötük tasımlar/ed-damâir) ve
tamamlayıcı mâhiyetteki kanıtları (kânet ekâvîlen ev kânet umûran hâricen ‘anhâ)
kullanır.714 Bize göre Fârâbî dîni tamamen hitâbet sanatı bağlamında ele
alıyordu.715 Bundan dolayı, Fârâbî’nin mille-din ile ilgili görüşleri araştırılırken ve
özellikle Kitâbu’l-Mille’si okunurken ilk olarak mantık metinlerine ve özellikle de
el-Hatâbe’ye başvurulmalıdır. Filozof, milleyi-dîni de mantık sanatı perspektifinde
anlamış ve izâh etmiştir. Şimdi yine bu başlıkla doğrudan ilişkili diğer bir başlığa
geçelim ve dînî ifâdelerin-retorik ifâdelerin felsefî ifâdeler karşısındaki
epistemolojik değerini inceleyelim.
711 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 134. Fârâbî’nin burada kânun koyucuyu sofistlerle fıkıh ve kelamcıların
arasına koymuş olması bizi şaşırtmamalıdır. Yukarıda da dediğimiz gibi Fârâbî’nin kânun koyucusu
maskeli filozoftan başkası değildir. Kânun koyuculuk filozofun din adamı kılığına bürünmüş hâlidir.
Din, burhânî felsefenin hitâbet sanatı formuna sokulmuş hali olduğuna göre din koyucu-kânun
koyucu yaptığı iş bağlamında zikredilecek ve onun, sofistlerden daha az entelektüel olduğu
söylenecektir. Kânun koyucunun maskesini çıkardığımızda karşımıza bir filozof çıkmaktadır. Bu iki
kişilik, aslında tek bir kişinin iki ayrı fonksiyonunun bir ifâdesidir sadece. Kısacası, burada kânun
koyucunun filozoftan ayrı zikredilmesinin sebebi budur.
712 Burhânın oluşmasının ardından medînede diğer kıyâsî sanatların da var olmaya devam
edeceğini biliyoruz. Beş sanat bu farklı insan gruplarının her birine özel olan bir bilgi türünü
gösterir.
713 Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, s. 94. Konuyla ilgili benzer değerlendirmeler için bkz. Yaşar
Aydınlı, “Fârâbî’de İlm-i Kelam ve Fıkıh”, Uluslararası Fârâbî Sempozyumu Bildirileri, s. 26-7.
714 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 132.
715 Hitâbet sanatını anlattığımız 1.7.1. numaralı başlıklıktaki konulara yeniden bakılabilir.
205
3.1.8. Dînî İfâdelerin Burhânî Felsefe Karşısındaki Epistemolojik
Değeri: Halk Yığınlarının Felsefesi Olarak Din
Din ve dînî bilgi insan hayatında her zaman önemli bir yer işgal etmiştir.
İnsanın kendi başına hakîkati bilmesi ne kadar mümkündür? Bütün bir varlığı,
hayatı, ölümü, doğruyu, yanlışı, güzeli, çirkini, iyiyi, kötüyü vs. bilebilir miyiz?
Yoksa hayatın anlamı hayatın ötesinde midir? Zaman ve uzam içerisinde olanı
zaman ve uzam ötesiyle mi anlamlı kılabiliriz? Bu soruları çoğaltmak mümkündür.
Bu sorular dine ve dînî bilgiye biçtiğimiz anlamla ilgili sorulardır. Peygamberler
hayatı, bu dünyanın ötesinde olan ile, zaman-mekan ötesinde olan ile
anlamlandırma iddiâsındadırlar. Filozoflarsa çoğu zaman bu dünyayı
anlamlandırmak için, yine bu dünyanın içerisinde kalmak gerektiğini düşünmeye
meyyâl olmuşlardır. Fârâbî de filozoflar kervanında kendisine has bir mekân
bulmuş gözüküyor.
206
bilginin kaynağının faal akıl olduğunu söylemektedir. Filozof, faal akıldan gelen
bilgiye vahiy, bu bilgiyi elde eden kişiye de nebî demiştir bazen. Ancak bize göre
onun kullandığı bu kavramlar İslâm dînindeki vahiy ve nebî kavramlarıyla
örtüşmemektedir.720 Burhânî perspektiften yapmaya çalıştığımız bu okumaya göre
dinler felsefelerin taklîdidirler (fe’l-mille muhâkiyetun li’l-felsefe). Felsefenin
akılsal (ma’kûlen) ve kavramsal (mutesavviren) olarak bilgi verdiği her şeyde din
hayâl gücüne dayalı bilgiler (mutehayyilen) verir. Felsefenin burhânî ispatlarla
ortaya koyduğu her şeyde din iknâyı temel alır.721 Dînî bilgiyi düşünürken “el-
misâlât” ve “el-hayâlât” kavramlarını sürekli olarak göz önünde bulundurmamız
gerekmektedir.722 Bu kavramlar felsefenin kavramlarıdır aslında. Felsefe kendi
yöntemini burhânlar üzerine binâ ettiğini söylerken, dînin ise felsefî hakîkatlerin
örnekleri ve hayallerini kullandığını iddiâ etmektedir.
720 Burada bu konuları açmaya gerek duymadık. Aynı konularla ilgili olarak önceki başlıklardaki
anlatıların göz önüne alınması gerektiğini hatırlatıyoruz.
721 Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Sa’âde, s. 90-1.
722 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 131.
723 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 153-4.
207
(kadîme) bir sofistik felsefe geleneğine de, evrimin son aşamasındaki burhânî
felsefe geleneğine de tâbî olabilir ve ikincisine tâbî olmuş bir “el-mille”
yetkinliğin zirvesine ulaşırken, sofistik felsefeye tâbî bir “el-mille” açıkça bozuk
din (mille fâside) adını almayı hak eder.724
724 İlhan Kutluer, “Fârâbî Felsefesinde Sosyo-Politik, Entelektüel ve Dinî Hayatın Bütünlüğü”,
Uluslararası Fârâbî Sempozyumu Bildirileri, s. 290-1.
725 Fârâbî, Mutluluğun Kazanılması, s. 94.
726 Fârâbî, Kitâbu’l-Mille, çvr., s. 260-1.
727 Burada Fârâbî’nin Kitâbu’l-Mille’sinin Hasan Şahin tarafından dilimize yapılan çevirisini
208
Fârâbî, eserlerinde dînî metinlere atıfta bulunmamaya özen
göstermektedir. Şayet ayetlere referansta bulunmuşsa bile bu, onun dînî bilgiye
dayalı olarak düşündüğü anlamına gelmez. Zîrâ Fârâbî dînî bilgileri makbûl görüş
kategorisine koyarak tavrını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Filozof, Kuran
âyetlerine çok nâdiren değinmiştir. Onun ayetlere değinme sebebi de zaten bu tür
bilgilerin makbûl görüşlerden olduğunu belirtmek istemesidir. Filozof içkiyi haram
kılan ayeti729, hırsızın elinin kesilmesi730 ve anne babaya saygılı olmayla ilgili
olan731 ayetleri ve bunun gibi diğer bazı ayetleri örnek göstermekte ve bu ayetlerin
küllî makbûl öncüller (el-mukaddimetu’l-kulliyyetu’l-makbûle) olduklarını
belirtmektedir. Yukarıda da dediğimiz gibi filozof toplumun dînine saygılı
davranmak gerektiğini düşünmüştür her zaman. Bundan dolayı bir dindâr
kendisiyle konuşmaya kalkışmış olsa, Fârâbî ciddî anlamda bir dindâr kisvesine
bürünerek konuşurdu onunla. Bu ise onun dînî bilgileri gerçek olarak algıladığı
anlamına gelmez. Bu tavır filozofça bir tavırdır. Filozof halkın değer yargılarıyla
oynamaz. Tam aksine onlara saygı gösterir, saygı göstermekle de kalmaz onları
toplumun eğitimi için doğru bir şekilde ve belli bir amaca yönelik olarak kullanır.
Fârâbî’nin dindar düşünürlerce eleştirilmiş olması bize göre çok normaldir. Ancak
bu eleştiriler çok ciddî ve sağlam eleştiriler değildir. Fârâbî’nin din hakkındaki
görüşlerinin ciddî anlamda sorgulanması gerektiğini düşünüyoruz. Filozofun bu
yönde çok etraflıca incelenmemiş olmasının farklı sebepleri vardır muhakkak. Bize
göre bu sebeplerden en önemlisi, onun görüşlerinin İbn Sînâ ve İbn Rüşd
çerçevesinden okunmuş ve anlaşılmış olmasıdır. Kanaatimizce Gazâlî, Fârâbî’nin
Kitâbu’l-Hurûf, Tahsîlu’s-Sa’âde gibi eserlerini okumamıştır. Gazâlî Fârâbî’nin
eserlerini ciddî bir şekilde okumuş olsaydı, Tehâfutu’l-Felâsife’yi yazmak için
ayırdığı vakitten daha fazlasını Tehâfutu Felsefeti’l-Fârâbî şeklindeki bir kitabı
yazmaya ayırırdı.732
209
3.2. FIKIH VE KELÂMIN OLUŞUMU
Gazâlî, bize göre daha çok İbn Sînâ’nın eserlerinden yararlanmış olmalıdır. Bkz. Gazâlî, Filozofların
Tutarsızlığı (Tehâfutu’l-Felâsife), s. 11-2. Gazâlî filozofların görüşlerini çok iyi bir şekilde hazmetmiş
olduğunu söylese de aslında onun, her bir filozofu tek tek ve ayrıntılı bir şekilde okuyup okumadığı
merak konusudur kanımızca. Zîrâ kendisi de el-Munkıd’da bu işe ne kadar vakit ayırabildiğini dile
getirmektedir. Bkz. Gazâlî, el-Munkıd mine’d-Dalâl, s. 61-2.
210
Ancak yineleyerek ve vurgulayarak bir daha söylememiz gerekirse, bize göre
Fârâbî’nin anlattığı mille İslâm dînine karşılık gelmediği gibi, yine onun felsefî
sisteminde ikinci sınıf ilimler olarak gördüğü fıkıh ve kelam ilimleri de İslâm
ilimleri olan fıkıh ve kelam ile örtüşmemektedir. Bu hatırlatmanın ardından
“Fârâbî’nin fıkıh ve kelâm”ının nasıl oluştuğu sorununa geçebiliriz.
3.2.1. Fıkıh
733 Ta’akkul ve mute’akkil kavramlarıyla ilgili olarak bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Mille, çvr., s. 268; Kitâbu’l-
Hurûf, s. 133. Fârâbî’nin farklı metinlerde ele almış olduğu ta’akkul kavramı ile ilgili bir inceleme
için bkz. Fatih Toktaş, “Akıl ve Ta’akkul Kavramları Bağlamında Amelî Akıl”, Uluslararası Fârâbî
Sempozyumu Bildirileri, s. 165-77.
734 Fârâbî, Kitâbu’l-Mille, çvr., s. 266-7.
735 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 131-2.
736 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 132-3.
737 Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, s. 131-2.
211
Felsefe nazarî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Din de felsefe gibi nazarî
ve amelî olmak üzere ikiye kısma ayrılmaktadır.738 Dîne bağlı olan fıkha
geldiğimizde de aynı durumla karşılaşmaktayız, yani nazarî ve amelî boyutlara.739
Yine din gibi fıkıh da inançlar ve fiiller olarak iki kısma ayrılır.740 Görüldüğü üzere
fıkıh din aracılığıyla yine felsefeye bağlanmakta ve aslında ona hizmet etmektedir.
Ancak fıkıh, dinde olduğu gibi felsefeye muhtaç değildir.741 Din var olabilmek için
bir felsefeye ihtiyaç duymakta ve onun üzerine inşâ edilmekteydi. Fıkıh da bu dîni
temel almakta ve kendisini dînin üzerine inşâ etmektedir. Dolayısıyla felsefenin
olmadığı durumlarda din kendini yenileyememekte, değiştirip
dönüştürememektedir. Bu değişim ve dönüşümün olabilmesi için filozofa ihtiyaç
vardır. Filozofun olmadığı yerde ise fıkıhçılar gelecek ve sadece filozofun din
formunda koyduğu hükümleri korumaya ve karşılaştıkları yeni sorunları dîne
dayalı olarak çözmeye çalışacaklardır.
212
Görüleceği üzere hitâbet sanatı burada da karşımıza çıktı.744
Kısaca anlatmaya çalıştığımız fıkıh ilmi ile ilgili olarak son bir konuya daha
değinmek istiyoruz. Yukarıda da değindiğimiz gibi Fârâbî’nin bahsettiği fıkıh ilmi,
İslâm ilimlerinden olan fıkıhla örtüşmemektedir. Zîrâ fıkıh, burhânî felsefe üzerine
kurulmuş dinlerden sonra ortaya çıkabileceği gibi, cedelî ve sofistik felsefelere
dayalı olarak uydurulmuş dinlerden sonra da gelebilir, onlara da tâbî olabilir.745
3.2.2. Kelâm
İlk başkanın olmadığı durumda ortaya çıkacak diğer bir ilim de kelam
ilmidir. Kelam ilmi de fıkıh gibi dine dayanmakta, onun felsefeyle olan ilişkisi din
aracılığıyla kurulmakta ve bu ilim de doğal olarak felsefeden ve dinden sonra
oluşmaktadır. Yine fıkıh gibi kelam ilmi de felsefenin bir hizmetçisi ve âletidir ve
hizmetini din aracılığıyla gerçekleştirmektedir.746 Kelam ilmi, öncelikle din
koyucusunun inanç ve fiillerle ilgili olarak koyduğu küllî nazarî-amelî ilkeleri
korumakla yükümlü olan, bunun yanında yine aynı konularla ilgili olarak din
koyucusunun değinmediği ve hakkında açıklama yapmadığı konuları da dindeki
ilkeleri temel alarak savunmayı ve tehlikelerden korumayı amaç edinen ikinci sınıf
bir ilimdir.747 Bu görevi yerine getiren karakter de kelamcıdır (mutekellim).
Kelam ilmiyle fıkıh ilmi, dolayısyla da kelamcı ile fıkıhçı karakteri arasında
farklılık vardır. Fıkıh ilmi sadece yasa koyucunun belirlemiş olduğu ilkelerden
hareketle yeni sorunları ele almaktayken kelamcı, fıkıhçının da hareket noktasını
teşkil eden bu ilkeleri savunmaya ve koruma çalışmaktadır. Fârâbî bu önemli
noktayı çok güzel bir şekilde izah ediyor:
Kelam sanatı, fıkıhtan başka bir şeydir. Çünkü fıkıh bilgini dinin
kurucusunun açıkça belirtmiş olduğu inanç ve fiilleri doğru olarak kabul eder
ve onları hareket noktaları, ilkeler olarak alır. Sonra onlardan, onlardan lazım
gelen sonuçları çıkarır. Kelam bilgini ise fıkıh bilgininin hareket noktaları
213
olarak aldığı şeyleri kendilerinden sonuçlar çıkarmaksızın muzaffer kılmaya
çalışır. Bir insanda tesadüfen bu iki şeye ait kudretin birleşmesi durumunda o
insan aynı zamanda kelam bilgini olan bir fıkıh bilgini olma özelliğinden, ondan
çıkarsamalarda bulunması ise fıkıh bilgini olma özelliğinden gelir. 748
214
hakîkatleri ihtivâ eder.752
Bazı kelamcılar da yine yukarıdaki iddâyla ilişkili başka bir iddiâyı öne
sürmektedirler. Bu iddiâyı şu şekilde özetlemek mümkündür: İnsanın aklı
sınırlıdır. Vahyî bilgi insanın aklının alamayacağı hatta bazen inkâr bile edebileceği
türden bilgilerdir. Vahyî bilginin doğası budur ve bu bilginin doğası gereği aklı
aşan bir boyutunun olması gerekir. Şayet insan aklı bütün hakîkatleri kendi başına
elde edebilecek bir kâbiliyette olsaydı zaten peygamberlere ve dolayısıyla vahye de
gerek kalmazdı. O halde peygamberlerin getirmiş oldukları bu bilgi tarzının akla
aykırı olması, onların reddedilmesini gerektirmez. Bizim, peygamberler
karşısındaki düzeyimiz, çocukların, tecrübesiz gençlerin ve bilgi ve becerisi
bulunmayan insanların bizim karşımızdaki düzeylerine benzemektedir. Çocuklar,
çoğu zaman bizim algıladığımız şeyleri algılayamaz, anlayamaz, bazen
kabullenemezler. Ancak onların bu tavırları olgun insanların sâhip oldukları
bilgilerin eksik olduğu anlamına gelmez. Buradaki anlaşmazlığın sebebi onların
zihinsel kapasiteleridir. Bizim zihinsel kapasitemizin peygamberlerin getirdikleri
bilgiler karşısındaki durumu da böyledir. Dolayısyla onların getirdikleri bilgilerin
akla aykırı olması gâyet doğaldır. Fârâbî, kelamcıların bu iddiâları desteklemek için
peygamberlerin yalan söylemesi mümkün olmayan kişiler olduklarını
söylediklerini belirtmektedir. Peki bizler bir kişinin peygamberliğine nasıl
inanabiliriz? Fârâbî’ye göre kelamcılar peygamberliği iki şekilde ispatlarlar.
Bunlardan birincisi onların yaptıkları mûcizeler, ikincisi de onlardan önce gelmiş
sözü makbûl kişilerin onların peygamberliklerine olan şehâdetleridir. Bazen de
bunların her ikisi ispat eder kişilerin peygamberliğini.753 Görüleceği üzere
Fârâbî’nin bu okuma tarzı da “dışarıdan”dır. Filozofa göre vahyî bilgiler zaten
makbûlât türü önermelerden oluşmaktaydı. Makbûlât türü bilgilerin felsefî-
burhânî bilgi karşısındaki konumunu yinelemeye gerek görmüyoruz.
Diğer bir grup kelamcı da Fârâbî’ye göre dîni şu şekilde muzaffer kılamaya
çalışır: Bu kelamcılar ilk olarak din kurucusunun açıkça belirtmiş olduğu şeylerle,
215
açıkça belirtilen bu şeylerin ifâdesi için sarfettiği sözleri bir araya getirirler.
Bundan sonra ise mahsûsât, meşhûrât ve ma’kûlât türü bilgileri inceleyip bunlar
arasında dîni destekler mâhiyetteki verileri toplarlar. Bu tarz bilgiler arasında
dînle uyumlu olanları ön plana çıkarır ve dînî muzaffer kılmaya çalışırlar.
Mahsûsât, meşhûrât ve ma’kûlât türü bilgilerin hepsi dinle uyuşmayabilir. Kelamcı
bu durumda dîne aykırı olan bu bilgileri dînin lehine olacak bir şekilde tevil eder.
Tevil etmenin mümkün olmadığı durumlarda ise dîne aykırı olan şeyler ya
çürütülür ya da dinde bulunan herhangi bir şeyle uyumlu olacak bir şekilde
yorumlanır. Mahsûsâtla meşhûrâtın çatıştığı durumlarda ise yapılacak şey,
bunlardan dîne uygun olanları almak, aykırı olanları ise dışlamaktır. Eğer bunların
hiçbirisi de yapılamıyorsa, yani ne dinde olanlar diğerleriyle, ne de diğerleri dinde
olanlarla bağdaştırılamıyorsa ve dîne aykırı olan mahsûsât, meşhûrât ve ma’kûlât
türü bilgilerden hiçbiri ne terk edilebiliyor ve ne de çürütülemiyorsa kelamcıya
şunu söylemek düşecektir: “Bu şeyler doğrudur; çünkü yalan söylemesi veya yanlış
yapması mümkün olmayan biri tarafından bildirilmiştir.” Görüleceği üzere bu,
biraz önce anlatılan kelamcı tiplemesinin, dînî sözlerin tamamıyla ilişkin olarak
takındığı tavırdır. Yukarıda tavrı özetlenen kelamcı tipiyle, burada anlatılan
kelamcı arasındaki fark da, ilkinin bu tavrı, dînî sözlerin hepsi karşısında
göstermesi, ikincisinin ise sadece bahsettiğimiz durum karşısında
göstermesidir.754
Başka bir kelamcı tipolojisi de, kendi dînini muzaffer kılmak için,
diğerlerinin dînlerindeki sorunlu şeyleri araştırmayı amaç edinendir. Bunlar diğer
dinleri araştırır ve onlarda akla uymayan ve sorunlu olarak görülebilen bilgileri
toplarlar. Bu kelamcıların karşısındaki kelamcılar da aynı manevraları uygulayarak
gâlip çıkmaya çalışırlar. Kısacası bunların her biri kendi dîni dışındaki dinlerde
sorunlu gördükleri bilgileri kullanarak kendi dinlerini gâlip çıkarmaya çalışırlar.755
216
mahvetmeyi amaçlayanlardır.756 Görüleceği üzere bu tür kelamcılar, bizim ilk
bölümde hitâbet sanatını ele alırken tamamlayıcı mâhiyetteki kanıtlar başlığında
ele aldığımız ve daha sonra sofistlerce de kullanılmış olan yollara benzer yolları
kullanmaktadırlar. Fârâbî, sofistik yöntemi tam anlamıyla kullanmaya çalışan
başka bir grup kelamcıdan da bahsetmektedir. Bu kelamcı tipi, kendi dînini
muzaffer kılmak için her yolu kullanır, karşıdakini aldatmayı, şaşırtmayı,
kandırmayı ve ona yalan söylemeyi dahî meşrû görür. Çünkü onlara göre dinlerine
karşı çıkan insanlar ya düşmandır ve onu yenmek için savaşta olduğu gibi her türlü
yola başvurmak câizdir ya da düşman değilse bile o, rûhu dinden alacağı nasipten
haberi olmayan birisidir ve onları yola getirmek için kadın ve çocukları yola
getirmede kullanılan yöntemler, yani aldatma ve kandırma yöntemi, kullanılabilir.
Onların dinden nasiplerini almaları ancak bu şekilde mümkündür.757
217
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Fârâbî, felsefî düşüncenin tarih içerisinde “ard arda” ve “doğal” bir seyir
içerisinde seyrettiğini düşünmektedir. Doğal seyrin Ay-üstü dünya ile sıkı bir
irtibatı olduğunu biliyoruz. Ay-üstü âlemde en mükemmel olan İlk Varlıktan, en
eksik varlık olan ilk maddeye kadarki mükemmelden eksik olana doğru iniş rotası
tâkip eden varlık; Ay-altı dünyada ilk maddeden başlayarak insanoğlunun ortaya
çıkışıyla son bulacak bir şekilde eksik olandan mükemmel olana doğru bir yükseliş
rotası tâkip etmiştir. İnsanın oluşumuyla maddî anlamda son evreye gelinmiştir.
İnsan sûretlerin sûretidir. İnsan ve ilk insan toplulukları ile birlikte medeniyetin
tarih-öncesi başlamıştır. İlk toplumlar doğal yaşamlarını sürdüre gelmişlerdir.
Doğal olanın ardından irâdî olanların ortaya çıkmaya başladığı bu dönemlerde
218
diller de oluşmaya başlamıştır. Dillerin oluşumu da doğal nedenlere bağlıdır. Her
toplum, yaşadığı coğrafî ve iklimsel koşulların içerisinde var olmuştur. Bu durum
lafızlardaki farklılıkların önemli bir nedeni olarak karşımıza çıkar. Kolay olandan
karmaşık olana doğru ilerleyen süreç, dillerin oluşumunda da kendini gösterir.
Belli bir süre sonra toplumların dillerinin oluşumu genel anlamda tamamlanmış
olur. Her toplumun dilcileri vardır. Bunlar doğal olarak oluşan lafızlar sistemine
müdâhil olurlar. Toplumların dilleri zaman içerisinde değişiklik arzetmeye başlar.
Başlarda lafız-anlam uyuşması bağlamında ortaya çıkan lafızların belli bir sürenin
ardından farklı bir vecheye büründüğünü görürüz. Dillerin oluşumu evresi
toplumlardaki amelî sanatların (kıyâsî olmayan sanatlar) oluşumu evresiyle
paralellik arzetmektedir. Toplumsal yaşamın bu “ilk zamanları” bütün bir felsefe
medeniyetinin kökenlerini oluşturmaktadır.
219
kolaylaştıracak ve aynı zamanda medenîleşme sürecini de hızlandıracaktır. Bu
dönemler aynı zamanda hitâbet ve şiirin icrâ edildiği dönemlerdir de. Fârâbî bu
oluşum evrelerini anlatırken çok net bir öncelik-sonralık ilişkisinden
bahsetmemektedir. Dolayısıyla ona göre, bazı sanatların aynı dönemde ortaya
çıkmış olabileceğini söyleyebiliriz. Felsefî düşüncenin alt basamaklarını oluşturan
bu süreçlerle ilgili net bir coğrafya araştırması yapma ihtiyacı hissetmedik. Fârâbî
farklı eserlerinde bu dönemlere dâir bazı coğrafyalara ve tarihsel kişiliklere atıfta
bulunmuşsa da biz tezimizde konu için ayrı bir başlık açma ihtiyacı hissetmedik.
220
felsefe. Burhânî felsefe bütün bir doğal sürecin en nihâî noktasını teşkil etmektedir.
Burhânî felsefe, kendisinden önceki aşamaların içerisinden doğmuş olan cedelî
felsefeden doğmuştur. Cedelî felsefenin en üst aşaması, burhânî felsefenin ilk
müjdelerini vermektedir.
221
Aristoteles mantık bilimini kuran, kıyâsî sanatların her birine dâir metinler yazan
ve en önemlisi de burhânî yöntemi îcâd eden kişidir. Fârâbî’ye göre bir düşüncenin
felsefî olabilmesi için burhânî olması gerekmektedir. Bu ise Aristoteles’in Kitâbu’l-
Burhân adlı eserindeki epistemolojik sistemde ortaya konmuştur. Fârâbî de bu
esere parelel bir eser kaleme almış ve felsefî epistemolojisini ortaya koymuştur.
Burhânî felsefeden sonra ise din gelmektedir. Doğal oluşum sürecine göre
bir toplumda din, felsefeden sonra ortaya çıkar. Bundan dolayı din aslî olarak
burhânî felsefeye tâbîdir. Bozuk dinler de vardır ki bu dinler bozuk felsefelere yani
sofistik ve cedelî felsefelere tâbîdirler. Bozuk dinlerin ortaya çıkması bahsede
geldiğimiz doğal sürecin kesintiye uğradığının işâretidir. Doğal süreç, toplumların
birbirleriyle irtibata geçmeleri ile farklı bir boyut kazanır.
Fârâbî, doğru dînin doğru, yani burhânî felsefeden sonra ortaya çıktığını
ve ona tâbî olduğunu belirtmektedir. Bize göre filozofun, burhânî felsefenin
oluşumuna kadar doğal ve anlaşılabilir, tarih sahnesine yerleştirilebilir olan
anlatıları burhânî felsefeden sonra ise bir hayâlin ifâdeleri olmaya başlamıştır.
Dünya dinleri Fârâbî açısından anlaşılabilir bir düzleme oturtulabilir. Ancak
burhânî felsefeye tâbî ve onun taklîdi niteliğinde olan bir mille fâdıladan
bahsedilemez. Erdemli din teorisi filozofun erdemli şehir projesinin bir ürünüdür.
Erdemli toplum ise bize göre sadece bir idealdir. Fârâbî’nin ideali şudur: İleride bir
gün burhânî felsefenin icrâ edicisi bir ilk başkan ortaya çıkacaktır. İlk başkan
burhânî felsefesine uygun olan bir din de ortaya koyar. Zîrâ halkın yönetimi ancak
ve ancak din ile sağlanabilir. Din, felsefenin avâmîcesi, din koyucu da filozofun
maskeli hâlidir. İlk başkan burhânî felsefesini hatabî bir formda ifâde eder. Bu
222
hatabî ifâdeler dîni oluşturur. Fârâbî’nin fâzıl medînesini İslâm dîni ve İslâm tarihi
bağlamında okumanın yanlış olacağını düşünüyoruz. Filozof hiçbir zaman belli bir
dinden ve belli bir dînin fıkıh ve kelâmından bahsetmemektedir. Bu tarz bir
düşünceye sâhip olan Fârâbî’nin İslâm dîninin tarihsel bilimleri olan fıkıh ve
kelâmın perspektifinden anlamlandırılmaya çalışılması, kesinlikle onun yanlış
anlaşılması demek olacaktır. Herhangi bir dinden bile bahsetmeyen, ancak bir
“mille”den bahseden Fârâbî’nin ne Sünnî ne de Şiî perspektiften
anlaşılamayacağını düşünüyoruz. Hatta hiçbir dînin perspektifinden
değerlendirilmemelidir Fârâbî. Bundan dolayı filozofun doğru anlaşılması ve
bunun için de öncelikle onun burhânî felsefe perspektifini göz önünde
bulundurmak gerektiği kanısındayız. Bunu başarabilmek için herhangi bir dinden
ya da herhangi bir dinin belli teolojik anlayışlarından sıyrılmak ve Fârâbî’yi
Fârâbî’nin penceresinden okumak gerekmektedir. Fârâbî’nin penceresi ise bütün
dinleri aynı şekilde konumlandırmaktadır. Ona göre dinler hakîkatin bizâtihî
kendisi değildir. Bazı dinler daha bozuk bazı dinler daha erdemli olabilir. Ancak
hakîkatin bilgisi felsefî bilgidir, yani burhânî felsefenin ürettiği bilgi.
223
Fârâbî’ye göre Platon ve Aristoteles bu felsefeyi icrâ etmekle kalmamış,
aynı zamanda bu felsefe bozulduğunda ve yıkıldığında onun yeniden nasıl
kurulacağının ilkelerini de koymuşlardır. Dolayısıyla burhânî felsefe, öncenin
olduğu gibi sonranın da felsefesi olacaktır. Bütün bir tarih burhânî felsefenin
ortaya çıkışıyla nihâî noktaya ulaşmıştır. Bütün gelecek zamanlar da burhânî
felsefenin çözülümü ve yeniden kurulumunun zamanları olacaktır. Fârâbî’nin en
büyük ideali ise burhânî felsefeye dayalı bir din üretecek olan ilk başkan
yönetiminde “bir dünya devleti” kurulmasıdır. Böylelikledir ki Ay-üstü dünyadaki
düzen Ay-altı dünyaya tam anlamıyla yansımış, bütün bir evren mutlak bir âhenk
hâlini yakalamış olacaktır. Peki, bu durumda Fârâbî’nin kendisi nerde durmaktadır.
Bize göre felsefî bir buhrânın ifâdesidir bu. Felsefe onun dediği gibi hiçbir zaman
toplumlara hükmedemeyecektir. Deleuze’nin vurguladığı gibi felsefe her zaman
“filozofların müzakereleri” aracılığıyla yürüttükleri bir gerilla mücadelesi olarak
kalacaktır. Ancak, hakîkatin peşinde koşmak en büyük erdem olmaya devam
edecektir.
224
KAYNAKÇA
Kitaplar
Ahmet Cevdet Paşa, Mi’yar-ı Sedat ve Adab-ı Sedat, sad. Necati Demir, Ankara 1988.
Aristoteles, İkinci Çözümlemeler, çev. Ali Houshiary, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
2005.
Aristoteles, Organon 5-Topikler, çev. Hamdi Ragıp Atademir, Millî Eğitim Basımevi,
İstanbul 1952.
Aristotle, Politica, trans. Benjamin Jowett, The Basic Works of Aristotle, ed. Richard
McKeon, Random House, New York 1941.
Aristoteles, Retorik, çev. Mehmet H. Doğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2004.
225
Arslan, Ahmet, İslâm Felsefesi Üzerine, Vadi Yayınları, Ankara 1999.
Aydın, İbrâhim Hakkı, Fârâbî’de Metafizik Düşünce, Bil Yayınları, İstanbul 2000.
Ayer, Alfred Jules, Dil, Doğruluk ve Mantık, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Metis
Yayınları, İstanbul 1998.
Câbirî, Muhammed Âbid, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, çev. Burhan Köroğlu-
Hasan Hacak-Ekrem Demirli, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2001.
Câbirî, Muhammed Âbid, Felsefî Mirasımız ve Biz, çev. Said Aykut, Kitabevi
Yayınları, İstanbul 2000.
Capelle, Wilhelm, Sokrates’ten Önce Felsefe II, çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul 1995.
Corbin, Henry, İslâm Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemi, İletişim Yayınları,
İstanbul 1994.
De Boer, T.J., İslâm’da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, Anka Yayınları, İstanbul
2001.
Deleuze, Gilles – Fellix Guattari, Felsefe Nedir?, çev. Turhan Ilgaz, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul 2006.
Deleuze, Gilles, Müzakereler, çev. İnci Uysal, Norgunk Yayıncılık, İstanbul 2006.
Deleuze, Gilles, Proust ve Göstergeler, çev. Ayşe Meral, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
2002.
226
Descartes, René, Metafizik Düşünceler, çev. Mehmet Karasan, Millî Eğitim Basımevi,
İstanbul 1962.
Descartes, René, Metod Üzerine Konuşma, çev. K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul
1994.
Doru, Nesim, Doğu’dan Batı’ya Köprü: Süryaniler, Dipnot Yayınları, Ankara 2007.
Fahri, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, Birleşik Yayıncılık, İstanbul
2000.
Fakhry, Majid, Al-Fârâbî: Founder of Islamic Neoplatonism: His Life, Works and
Influence, Oneworld Publications, Oxford 2002.
Fârâbî, Aklın Anlamları, çev. Mahmut Kaya, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri,
Klasik Yayınları, İstanbul 2003.
227
Fârâbî, Cevâbât li-Mesâil Suile ‘anhâ, thk. Cafer Âli Yâsîn, Kitâbu’t-Tenbih ‘alâ
Sebîli’s-Sa’âde/et-Ta’lîkât/Risâletân Felsefiyyetân, İntişârât Hikmet, İran
1371.
Fârâbî, Eflatun Felsefesi, çev. Hüseyin Atay, Farabî’nin Üç Eseri, AÜİFY, Ankara
1974.
Fârâbî, Et-Ta’lîkât, thk. Ca’fer Âli Yâsin, İntişârât Hikmet, İran 1371.
Fârâbî, Felsefe Öğrenilmeden Önce Bilinmesi Gereken Konular, çev. Mahmut Kaya,
İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, Klasik Yayınları, İstanbul 2003.
Fârâbî, Felsefenin Temel Meseleleri, çev. Mahmut Kaya, İslam Filozoflarından Felsefe
Metinleri, Klasik Yayınları, İstanbul 2003.
Fârâbî, Fusûl Munteza’a, thk. Fevzi Mitri Neccâr, Dâru’l-Maşrık, Beyrut 1993.
(Fusûlü’l-Medenî, çev. Hanifi Özcan, Fârâbî’nin İki Eseri, MÜİFAVY, İstanbul
2005.)
Fârâbî, İlimlerin Sayımı, çev. Ahmet Arslan, Vadi Yayınları, Ankara 1999.
228
Fârâbî, Kitâb el-Fusûs el-Hikme, Mehmet Dağ, “Fârâbî’nin İki Yapıtı” içinde, çev.
Mehmet Dağ, OMÜİFD, sy. 14-5.
Fârâbî, Kitâb fi’l-Mantık: el-Hatâbe, thk. Muhammed Selîm Sâlim, Matba’atu Dâri’l-
Kutub, Mısır 1976.
Fârâbî, Kitâbu Tahsîli’s-Sa’âde, thk. Cafer Âli Yâsîn, Dâru’l-Endelus, Beyrut 1983.
(Mutluluğun Kazanılması, çev. Ahmet Arslan, Vadi Yayınları, Ankara 1999.)
229
Fârâbî, Kitâbu’l-Mille, thk. Muhsin Mehdî, Kitâbu’l-Mille ve Nusûsun Uhrâ, Dâru’l-
Maşrık, Beyrut 2001. (Töre Ya Da Millet Üzerine, çev. Hasan Şahin, Kayseri
1997 / Fârâbî’nin Kitâbu’l-Mille adlı eserinin takdim ve çevirisi, tkd. ve çev.
Fatih Toktaş, Dîvan, sy. 12, İstanbul 2002.)
Fârâbî, Küçük Kıyas Kitabı, çev. Mübahat Türker-Küyel, Fârâbî’nin Bazı Mantık
Eserleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1990.
Fârâbî, Peri Hermeneias Muhtasarı, thk. ve çev. Mübahat Türker Küyel, Atatürk
Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1990.
Gasset, Ortega y, Tarihsel Bunalım ve İnsan, çev. Neyire Gül Işık, Metis Yayınları,
İstanbul 1998.
Gazâlî, Düşünme, Konuşma ve Söz Üzerine, çev. Ahmet Kamil Cihan, İnsan Yayınları,
İstanbul 2002.
230
Gâzâlî, El-Munkıd mine’d-Dalâl, thk. Semîh Dagîm, Dâru’l-Fikri’l-Lubnânî, Beyrut
1993.
Hegel, G.W.F., Tarih Felsefesi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2006.
Hegel, G.W.F., Tarihte Akıl, çev. Önay Sözer, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003.
İbn Ebî Useybia, ‘Uyûnu’l-Enbâ fî Tabakâti’l-Etibbâ, thk. Nizâr Rızâ, Menşûrâtu Dârı
Mektebeti’l-Hayât, Beyrut t.y.
İbn Haldûn, Mukaddimetu İbn Haldûn I-II, thk. Ebû Abdullah es-Saîd el-Mendû,
Muessesetu’l-Kutubi’s-Sekâfiyye, Beyrut 2005.
İbn Miskeveyh, Küçük Başarı, çev. Mahmut Kaya, İslam Filozoflarından Felsefe
Metinleri, Klasik Yayınları, İstanbul 2003.
231
İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ, II. Analitikler, çev. Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul
2006.
İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş, çev. Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul
2006.
İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ, Sofistik Deliller, çev. Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul
2006.
İbn Tufeyl, Hayy İbn Yakzan, çev. Yusuf Özkan Özburun-Serkan Özburun-
Şehabettin Yalçın-Orhan Düz-Derya Örs, İnsan Yayınları, İstanbul 2000.
İzmirli, İsmail Hakkı, İslâm’da Felsefe Akımları, hz. N. Ahmet Özalp, Kitabevi
Yayınları, İstanbul 1997.
Janson, Tore, Speak: A Short History of Language, Oxford University Press, Oxford
2002.
Kant, Immanuel, Arı Usun Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul 1993.
Kant, Immanuel, Yaşamın Anlamı, çev. Gürsel Uyanık-Ahmet Sarı, Birey Yayıncılık,
İstanbul 2004.
Kaya, Hacı, İbn-i Rüşd’de Metodoloji, MÜSBE Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul 2007.
Kranz, Walther, Antik Felsefe, çev. Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1994.
232
Kutluer, İlhan, İslâmın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İz Yayıncılık, İstanbul
2001.
Leaman, Oliver, Ortaçağ İslâm Felsefesine Giriş, çev. Turan Koç, İz Yayıncılık,
İstanbul 2000.
Neşşâr, Ali Sâmi, İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu 1, çev. Osman Tunç, İnsan
Yayınları, İstanbul 1999.
Netton, Ian Richard, Fârâbî ve Okulu, çev. Mehmet Vural, Elis Yayınları, Ankara
2005.
Nietzsche, Friedrich, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, çev. Gürsel Aytaç, Say
Yayınları, İstanbul 2006.
Oizerman, Theodor I., Felsefe Tarihinin Sorunları, çev. Celal A. Kanat, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, İstanbul İstanbul 1998.
Özcan, Emine Sonnur, Doğunun Öğretmeni Fârâbî, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006.
233
Özlem, Doğan, Mantık, İnkılâp Yayınları, İstanbul 2004.
Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, İş Bankası Kültür Yayınları,
İstanbul 2001.
Randall, John Herman – Justus Buchler, Felsefeye Giriş, çev. Ahmet Arslan, Ege
Üniversitesi Matbaası, İzmir 1982.
Rousseau, Jean Jacques, Melodi ve Müziksel Taklit İle İlişki İçinde Dillerin Kökeni
Üstüne Deneme, çev. Ömer Albayrak, TİBKY, İstanbul 2007.
Sadeddin, Orhan, Felsefe Tarihi Usulü, İstanbul Devlet Matbaası, İstanbul 1930.
Savater, Fernando, Yaşam Soruları, çev. Şadan Karadeniz, İletişim, İstanbul 2001.
Searle, John R., Toplumsal Gerçekliğin İnşâsı, çev. Muhittin Macit-Ferruh Özpilavcı,
Litera Yayıncılık, İstanbul 2005.
234
Şemsuddîn, Ahmed, el-Fârâbî: Hayâtuhû, Âsâruhû, Felsefetuhû, Dâru’l-Kutubi’l-
‘İlmiyye, Beyrut 1990.
Tevhîdî, Ebû Hayyân, İhvân-ı Safâ ve Din-Felsefe İlişkisi, çev. Mahmut Kaya, İslâm
Filozoflarından Felsefe Metinleri, Klasik Yayınları, İstanbul 2003.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, çev. H. Vehbi Eralp, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1998.
Zeller, Eduard, Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan, İz Yayıncılık, İstanbul
2001.
235
Makaleler
Cerr, Halil, “Fârâbî Füsûsü’l-Hikem’in Yazarı mıdır?” çev. Kifayet Özaydın, AÜİFD, c.
18.
236
Haklı, Şaban, “Fârâbî’de Din-Felsefe İlişkisi Bağlamında Din Dilinin Yapısı”,
Uluslararası Fârâbî Sempozyumu Bildirileri, Elis Yayınları, Ankara 2005.
Hawi, Sami S., “İbn Tufeyl’in Fârâbî’nin Bazı Görüşlerini Eleştirisi”, çev. Atilla
Arkan, SÜİFD, sy. 5.
Macit, Muhittin, “Fârâbî’ye Nisbet Edilen İki Risâle”, MÜİFD, sy. 26.
McGee, Michael Calvin - John L. Lyne, “Bilgi İddialarını Retorik Açıdan Ele Almanın
Bazı Unsurları”, Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler, der. ve çev.
Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002.
Najjar, Fauzi M. , “Fârâbî’nin Siyâsi Felsefesi ve Şiilik”, çev. Mehmet Dağ, AÜİFD, c.
XX.
237
Nasrullah, H. Abbas, “Et-Tevfîk beyne’d-Dîn ve’l-Felsefe / beyne’n-Nubuvve ve’r-
Riâse”, Ebû Nasr el-Fârâbî: Feylesûfu’l-İslâm ve’l-Mu’allimu’s-Sânî, Dımeşk
1989.
Öngören, Reşat, “Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta Keşfin Değeri”, İÜİFD, sy. 5.
Taylor, Charles, “Philosophy and Its History”, Philosophy in History: Essays on The
Historiography of Philosophy, ed. Richard Rorty - J. B. Schneewind –
Quentin Skinner, Cambridge University Press.
Toktaş, Fatih, “Fârâbî’nin Kitâbu’l-Mille adlı eserinin takdim ve çevirisi”, Dîvan, sy.
12, İstanbul 2002.
238