Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Cinnet ve Ask: "Bir Felsefe & Sosyoloji Kurami"
Cinnet ve Ask: "Bir Felsefe & Sosyoloji Kurami"
Cinnet ve Ask: "Bir Felsefe & Sosyoloji Kurami"
Ebook254 pages5 hours

Cinnet ve Ask: "Bir Felsefe & Sosyoloji Kurami"

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Schopenhauer, bir yanda insan zihninin
uşağı olacak denli bedene ya da fiziksel organizmaya bağımlı olduğuna yönelik
savunusuyla, öbür yanda istenç ile tutkuların çoğunlukla us yoluyla bastırılıp
çarpıtıldığına yönelik saptamasıyla, Freudcu ruhçözümleme kuramını da
öncelemeyi başarmıştır. Schopenhauer’a göre “yeter neden ilkesi”nin bütün
tasarımların (ya da görüngülerin) kendisine uymak zorunda olduğu dört temel
biçimi vardır. Schopenhauer, yeter neden ilkesinin kökünü oluşturan bu dört
temel biçimi sırasıyla, 



(ı) “oluş”; (ıı) “varolma”; (ııı) “bilme”; (ıv)
“eyleme” olarak belirlemiştir.



  Schopenhauer’in
Jeana üniversitesinde doktora tezi olarak sunduğu “Yeter Neden ilkesinin Dört
Saçaklı Kökü, 1813″ başlıklı çalışması, pek çok bakımdan yaşamının ilerleyen yıllarında
vereceği felsefe yapıtlarının temelini ‘oluşturmasıyla oldukça önemlidir. Tezin
temel savı, Kant’ın “görüngüler (pheinomenon) dünyası”na karşılık gelen
“tasarımlar dünyası”nın bütünüyle “yeter neden ilkesi”nce yönetildiğidir. Bu
ilkeye göre, olanaklı bütün nesneler, hem öteki nesnelerce belirlendikleri hem
de kendileri dışındaki bütün öteki nesneleri belirledikleri zorunlu bir ilişki
içinde bulunmaktadırlar. Dolayısıyla, her bilinç nesnesi ancak öteki nesnelerle
ilişkisi doğrultusunda açıklanabilirdir. Bu noktada Schopenhauer, ancak bu
durumu baştan benimsemek koşuluyla, Kant’ın tanımladığı anlamda dünyaya ilişkin
birtakım zorunlu sentetik a priori doğruların bilinmesinin olanaklı olduğu
saptamasında bulunur.









 



 Schopenhauer,
tasarımlar arasındaki bu zorunlu ilişki türlerinden,





§  “oluş”ta
nedensellik ilkesi diye de bilinen neden sonuç ilişkisini;





§  “varolma”da
uzam-zaman ilişkisini;





§  “bilme”de
öncül-sonuç arasındaki kavramsal ilişkiyi;





§  “eyleme” de
eylem-itki ilişkisini temellendirmektedir.







 



 İÇİNDEKİLER:







 



  • SHOPENAUER’İN HAYATI ve
    ÇALIŞMALARI
  • AŞKIN METAFİZİĞİ ÜZERİNE
  • ÖLÜM VE ÖLÜM KORKUSU
    ÜZERİNE…
  • SHOPENHAUER’IN AHLAK
    FELSEFESİ
  • AHLAK
  • SHOPENHAUER VE KADINLAR
  • SHOPENHAUER VE MÜZİK…
  • İSTENÇ VE TASARIM OLARAK
    DÜNYA
  • YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE
    AFORİZMALAR
  • ÖLÜM ÜZERİNE..
  • SANAT ÜZERİNE..
  • SHOPENHAUER VE DİN
    ÜZERİNE…
  • SHOPENHAUER’IN CİNNET
    & CİNAYET FELSEFESİ
  • Nietzsche ve Schopenhauer
    :
  • Hayatın Değeri
  • Schopenhauer ve
    Hıristiyanlık Eleştirisi
  • İlk Günah Doktrini
  • Hristiyan Ahlakı
  • Hıristiyani Öğretilerin
    Yarattığı Çelişkiler:
  • Hıristiyan Öğretilerin
     Ahlak Üzerindeki Olumsuz Etkileri
  • Hıristiyanlar Mevcut Olan
    Acıları Çoğu Zaman Daha da Artırmaktalar:
  • Hıristiyanlık Ölüm
    Korkusunun Üstesinden Gelmiyor
  • Tarihi Olaylar ile
    Örülmüş Yakın Bağlantı ve Tarihsel Dogma
  • Hıristiyanlıkta
    Hayvanlara Karşı Tutunulan Tavır
  • SCHOPENHAURDEN ÖZLÜ
    SÖZLER…
  •  






















































LanguageTürkçe
Release dateMay 11, 2015
ISBN9786155573125
Cinnet ve Ask: "Bir Felsefe & Sosyoloji Kurami"

Related to Cinnet ve Ask

Related ebooks

Reviews for Cinnet ve Ask

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Cinnet ve Ask - Arthur Shopenauer

    SÖZLER…

    BİRİNCİ BÖLÜM

    SHOPENAUER’İN HAYATI ve ÇALIŞMALARI

    Hegel’in iyimserci usçuluk anlayışına karşı temellendirdiği kötümserci istenç felsefesiyle, Tolstoy ile Conrad’dan Thomas Hardy’e, Proust ile Wagner’den Thomas Mann’a, Nietzsche ile Freud’dan Wittgenstein’a dek kendisinden sonraki pek çok yazar, sanatçı ve filozof üstünde derin etkiler bırakmış Kant sonrası Alman filozofu.

    İngiliz dostu olmasıyla tanınan varlıklı ve açık görüşlü bir ailenin oğlu olarak Danzig’de dünyaya gelen Schopen-hauer, çocukluğu boyunca ailevi nedenlerle sürekli yolculuk etmek durumunda kalmıştır. Nitekim eğitiminin değişik aşamalarını Almanya dışında, en çok da İngiltere ile Fransa’da sürdürmüş olması, klasik diller ile çoğu modem Avrupa dilini iyi derecede konuşabilmesinin başlıca nedenidir. Kendisinden sonra yerine geçmeye ısınsın diye, henüz çocuk denebilecek bir yaşta babasının dayatmalarıyla iş yaşamına girmiş olmakla birlikte, babasının ölümünden sonra kendi isteği doğrultusunda tıp eğitimi almak üzere 1809 yılında Göttingen Üniversitesi’ne kayıt yaptırmış; babasından kalan hatırı sayılır mirasla yaşamının sonuna dek en ufak bir maddi güçlük çekmeden yaşamıştır..

    Tıp eğitimi almaya daha yeni başlamışken ilgisi bütünüyle felsefeye kayan Schopenhauer, çok geçmeden kendilerine nefret derecesinde tepki duyacağı Fichte ile Scweier-macher’den de dersler aldığı Berlin Üniversitesi’nde iki dönem felsefe öğrenimi görmüştür. O bunu hiçbir zaman kabul etmeyecek olsa da özellikle istenç anlayışının oluşumu üzerinde Fichte’den aldığı bu derslerin büyük bir payı olduğu kuşku götürmezdir. Bu arada annesinin bir romancı olması onun gençlik yıllarını geçirdiği Weimar’ da Goethe, Scwegel ve Grimm Kardeşler ile tanışmasına vesile olmuş; 1813-1814 kışında kısa bir süreliğine de olsa Goethe ile düşünsel bir yoldaşlık kurmasına olanak tanımıştır. Goethe, en azından başlarda, Schopenhauer’un felsefesi ile Newton’a karşı geliştirdiği kendi renkler kuramı (Farbenkhre) arasında birbirini bütünleyen bir ilişki olduğunu belirtmiş; buna karşı Schopenhauer da 1816 yılında tamamladığı "Uber das Sehn und die Farben" (Görme ve Renkler Üzerine) adlı incelemesini Goethe’nin renkler kuramından aldığı esinle yazdığını içtenlikle dile getirmiştir.

    Schopenhauer, bütün düşünsel yaşamı boyunca gerek dönemin egemen felsefesi Hegelciliği gerekse akademik felsefeyi eleştirileriyle yaylım ateşine tutmuştur. Nitekim asla vazgeçmediği bu sözünü sakınmayan tavrı, onun felsefi çalışmalarının değerinin yaşamının son on yılına gelene dek çok büyük ölçüde göz ardı edilmesi ya da kasıtlı olarak görmezden gelinmesi gibi olumsuz bir sonuç doğurmuştur. İlginç olanı, kendi ülkesinde ancak yaşamının sonlarına doğru edinebildiği bu seçkinliği de çok büyük ölçüde Almanya dışından bir kaynağa, ingiliz yararcılarının dergisi Westminsler Review’da yayımlanan bir dizi tanıtım yazısına borçlu olmasıdır. Bununla birlikte, Schopenhauer’un ulusal boyutta bir tanınırlık kazanmasında, 1848 devrimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla toplumun içine düştüğü genel karamsarlık durumunun da etkili olduğu söylenebilir. Nitekim yoksayıcı tınılarının keskinliğiyle dikkat çeken dönemin toplumsal çöküntü ruhu, önce onun kötümsercilik anlayışını, hemen ardından da bir bütün olarak felsefesini popüler bir konuma taşımıştır. Yetişkin yaşamının önemli bir bölümünü geçirdiği Frankfurt’ta yazdığı büyük felsefe yapıtlarında istediği yankıyı uyandıramayan Schopenhauer, iki ayrı cilt olarak yazdığı, denemeler ile (s)özdeyişlerden kurulu "Parerga und Paralipomena" (Kalıntılar ile Kırıntılar, 1851) başlıklı yapıtının büyük bir ses getirmesiyle, bir anda bütün Almanya’da tanınan, beğeniyle okunan bir yazar konumuna gelmiştir.

    Söz konusu yapıtta yer alan, kadınların gerçekten anlayabilecekleri tek kitabın yemek kitabı olduğu türünden keskin tümcelerle dolu Kadınlar Üstüne gibi ateşli denemeleri, tıpkı kendi döneminde olduğu gibi günümüzde de türlü övgülerle birlikte tüm şimşekleri de üzerine çekmeyi sürdürmektedir.

    En çok etkisi altında kaldığı felsefe yapıtları arasında Platon ile Kant’ınkilerin yanı sıra Hint felsefesinin temel kaynakları olan Upanişadlar da dikkat çekmektedir. Schopenhauer, bu özelliğiyle, günümüzde dahi Doğu felsefesi ile Batı felsefesini başarıyla ilişkilendirmiş az sayıda fılozoftan biri olmayı sürdürmektedir.

    Doğu fılozofları üstüne ayrıntılı çalışmalar yaparak Batı felsefesince alımlanabilir bir biçimde Doğu felsefesini yeniden yapılandıran ve felsefesinin temel öğretilerini Hint dini ile Buddhacılığın öğretileriyle açıktan besleyen ilk Avrupalı filozof olmasının yanı sıra Schopenhauer’un Batı felsefesi tarihinde, öteki pek’ çok şey bir yana, özellikle şu nitelikleriyle önemli bir yer tuttuğu söylenebilir:

    (I) tarihe mal olmuş pek çok büyük fılozofun tersine, genel felsefe anlayışına olgunluk, yetişkinlik ya da geç (sonraki) döneminde değil, düşünsel yaşamının ta başlarında ulaşmış olmasıyla ki, ilerleyen yıllarda yazdığı hemen bütün yapıtlar, daha ilk yazılarında ulaştığı bu genel konumun temel eğilimlerini çeşitli bakımlardan açımlamaya dönük bir nitelik sergilemektedirler;

    (II) tanrı tanımazcılıkın metafizik dayanaklarını sağlam bir biçimde, üzerine tanrıbilimin gölgesini düşürmeden ortaya koyan ilk filozof olmasıyla;

    (III) acı çekmenin evrenselliğini vurgulayan, acı yaşantısı üstüne kendisinden önceki hiçbir filozofun yapmadığı denli kapsamlı bir açıklama sunan ilk filozof olmasıyla;

    (IV) istemenin tüm gerçekliğin ana belirleyeni olduğunu savunan istenççilik anlayışım geliştirmiş olmasıyla;

    (V) usun istencin bir aracı olarak tasarlandığı bir anlayış temelinde bilginin istence tabi olduğunu göstererek bilinçdışı tasarımı ilk kez felsefenin gündemine sokmasıyla.

    Özellikle Schopenhauer’un istenççilik savunusuyla usdışına yönelik yaptığı önemli vurgu, modern felsefenin akış yönünde önemli bir değişiklik meydana getirmiş; Kierkegaard, Nietzsche, Bergson, James, Freud gibi pek çok önemli düşünür, istenç bağlamında sunduğu çözümlemelerle vardığı sonuçları onaylamasalar da, istenç anlayışıyla Schopenhauer’un felsefe tarihinde yeni bir başlangıç noktasının temellerini attığı konusunda en u fak bir kuşku belirtisi dahi göstermemiştir.

    Schopenhauer’un en temel felsefe savunusu, evrendeki her şeyin altında yatan temel gerçekliğin, yani Kant’ın kendinde şeyinin (Ding an sich), istenç olduğunu tanıtlamaya yöneliktir.

    Bu bağlamda, Kant’ın kendinde şey (noumenon) dünyasının insan bilgisine açık olmadığı savına karşı, Schopenhauer ne düşünsel olarak ne de duygusal olarak kendinde şeyin bilinemez olduğu düşüncesiyle yaşayamayacağımızın altını çizerek kendinde şeyin zorunlu olarak görüngüler dışında doğrudan bilgisine sahip olduğumuz tek şey olan iç deneyimimizin nesnesi istenç olması gerektiğini ileri sürmüştür. Bununla birlikte Kant’ın kendinde şeyin kendi içinde birlikli bir yapısı bulunduğuna yönelik düşüncesini kabul eden Schopenhauer, bütün görüngülerin temelinde yatan en son gerçeklik olarak istencin de birlikli bir yapısı olduğunu savlayarak buna gerekçe olarak da çokluğun yalnızca uzam ile zaman bağlamında söz konusu olduğunu göstermiştir. Ayrıca adı çoğunlukla kötümsercilik anlayışının en önemli kurucuları arasında da anılan Schopenhauer, insanın en son anlamda kurtuluşunun ancak usdışı kozmik istenci yenmesiyle olanaklı olabileceğini savunur.

    Schopenhauer, bir yanda insan zihninin uşağı olacak denli bedene ya da fiziksel organizmaya bağımlı olduğuna yönelik savunusuyla, öbür yanda istenç ile tutkuların çoğunlukla us yoluyla bastırılıp çarpıtıldığına yönelik saptamasıyla, Freudcu ruhçözümleme kuramını da öncelemeyi başarmıştır.

    Schopenhauer’in Jeana üniversitesinde doktora tezi olarak sunduğu Yeter Neden ilkesinin Dört Saçaklı Kökü, 1813″ başlıklı çalışması, pek çok bakımdan yaşamının ilerleyen yıllarında vereceği felsefe yapıtlarının temelini ‘oluşturmasıyla oldukça önemlidir. Tezin temel savı, Kant’ın görüngüler (pheinomenon) dünyasına karşılık gelen tasarımlar dünyasının bütünüyle yeter neden ilkesi"nce yönetildiğidir. Bu ilkeye göre, olanaklı bütün nesneler, hem öteki nesnelerce belirlendikleri hem de kendileri dışındaki bütün öteki nesneleri belirledikleri zorunlu bir ilişki içinde bulunmaktadırlar. Dolayısıyla, her bilinç nesnesi ancak öteki nesnelerle ilişkisi doğrultusunda açıklanabilirdir. Bu noktada Schopenhauer, ancak bu durumu baştan benimsemek koşuluyla, Kant’ın tanımladığı anlamda dünyaya ilişkin birtakım zorunlu sentetik a priori doğruların bilinmesinin olanaklı olduğu saptamasında bulunur.

    Schopenhauer’a göre yeter neden ilkesinin bütün tasarımların (ya da görüngülerin) kendisine uymak zorunda olduğu dört temel biçimi vardır. Schopenhauer, yeter neden ilkesinin kökünü oluşturan bu dört temel biçimi sırasıyla, (ı) oluş; (ıı) varolma; (ııı) bilme; (ıv) eyleme olarak belirlemiştir.

    Schopenhauer, tasarımlar arasındaki bu zorunlu ilişki türlerinden,

    oluşta nedensellik ilkesi diye de bilinen neden sonuç ilişkisini;

    varolmada uzam-zaman ilişkisini;

    bilmede öncül-sonuç arasındaki kavramsal ilişkiyi;

    eyleme de eylem-itki ilişkisini temellendirmektedir.

    Schopenhauer bu düşüncelerini başyapıtı "İstenç ve Tasarım Olarak Dünya, 1818″ çok daha derinlikli bir bakış altında alabildiğine ayrıntılandırmıştır. Bu bağlamda Schopenhauer’un gözünde Kant’ın övülmeyi hak eden en büyük başarısı, görüngüler dünyasını kendinde şeyden son derece başarılı bir biçimde ayırarak, insan özgürlüğünü görüngüler alanına değil de kendinde şey alanına yerleştirmiş olmasıdır.

    Kant’ın bu ayrımı doğrultusunda dünyayı;

    tasarım dünyası ile

    istenç dünyası olarak

    ikiye bölen Schopenhauer, ünlü Dünya tasarımlarımızdan ibarettir savsözünde de açıkça görülebileceği gibi, dünyanın özne olmadan olamayacağını, dünyadaki her şeyin var olmak için bir özneye gerek duyduğunu düşünmüştür. Buna bağlı olarak dünyadaki bütün nesnelerin formlarının, öznede a priori olarak bulunan formlarla açıklanabileceğini savunmuş; bu formları her durumda yeter neden ilkesiyle temellendirme yoluna gitmiştir. Nitekim buradan hareketle matematiği, fiziği, felsefeyi ve etiği sırasıyla yeter neden ilkesinin temel görünümleri olan neden-sonuç, uzam-zaman,’öncül-sonuç, eylem-itki" ilişkileriyle tanımlamıştır. Ancak tıpkı Kant gibi Schopenhauer da yeter neden ilkesinin görüngüler dünyası ile kendinde şey dünyası arasındaki ilişkiye uygulanmasına kesinkes karşıdır. Görüngüler dünyası dünyanın yalnızca dış görünümüdür; dünyanın çekirdeğini oluşturansa istenç dünyasıdır.

    Bu nedenle istenç, zaman ile uzamın dışında bulunmakta, ussal düşünce ile bilgi üzerinde kesin çizgilerle belirleyici olmaktadır.

    Schopenhauer, büyük uğraşlarla yazdığı bu yapıtın umduğu sesi getirmemesi üzerine, aradan epey bir süre geçtikten sonra kitaba metafiziğinin genel bir değerlendirmesini sunduğu bir ek cilt yazma gereği duymuştur (1844). Bununla birlikte, bu önemli yapıt ilk yayımlandığı sıralarda büyük bir başarı kazanmamış olsa da Schopenhauer’un Berlin Üniversitesi’nde asistanlık almasını sağlamıştır. Nitekim elinde bu çalışmasıyla ders vermek üzere Berlin Üniversitesi’ne başvuran Schopenhauer, Hegel’le girdiği tartışma sonrasında isteğini yeterlik değerlendirme komitesine kabul ettirmeyi başararak akademik dünyaya ilk adımını atmıştır.

    Aldığı asistanlıkla burada bir süreliğine felsefe dersleri veren Schopenhauer, aradan çok geçmeden kendisini şarlatan ve sofist olarak tanımlayan dönemin büyük fılozofu Hegel ile açık bir çatışma içerisine girmiştir. Nitekim kendisine verilen ders saatlerini değiştirerek, derslerini özellikle Hegel’in ders saatleriyle çakışacak biçimde vermeye başlamış; böylelikle Hegel’in öğrencilerini kazanarak ondan daha üstün bir düşünür olduğunu herkese kanıtlamak istemiştir. Ne var ki hemen bütün öğrencilerin Hegel’in büyüsüne kapılarak onu dinlemeye gitmesiyle açık bir başarısızlığa uğrayan Schopenhauer, Hegel karşısında büyük bir yıkıma uğramış olmanın verdiği öfkeyle hemen ders vermeyi kesmiş, emekli olacağı 1831 yılına dek insanlardan ve toplumdan uzakta kendini bütünüyle çalışmalarına vermiştir.

    Schopenhauer bu dönemde onlardan daha üstün olduğunu düşündüğü Hegel, Schelling ve Fichte’yiçalçene, soytarı, şarlatan türünden yer yer sövgüye varan ağır bir dille eleştirmiş; onların Kant’ın bıraktığı felsefe kalıtını hakları olmadığı halde zorla sahiplendiklerini öne sürerek, Kant’ın gerçek bir kalıtçısı varsa onun da kendisi olduğunun altını koyultarak çizmiştir. Schopenhauer’un hemen bütün yazılarında akaderniye yönelik bu öznel vurgularının önemli bir yeri bulunmakla birlikte, ötekilerle karşılaştırıldığında Parerga und Paralipomena içinde yayımladığı Üniversite Felsefesi Üstüne başlıklı yergi yazısının başlı başına akademik dünyadaki deneyimlerine dayanan özgeçmişsel bir kökeni bulunmaktadır. Bu yazıda bir anlamda kendisini dışlayan akademik felsefeye ve felsefecilere duyduğu bütün yergi dolu selamlarını göndererek boşaltmıştır.

    Felsefesine geri dönersek, Schopenhauer’un dünya denen bilmeceye getirdiği çözümün kalkış noktasını, özünde Kant’a borçlu olduğu ama az çok bozarak benimsediği bir tür aşkınsal idealizm anlayışının oluşturduğunu söyleyebiliriz.

    Nitekim bu bağlamda kendisini, Kant sonrası filozoflar arasında Kant’ın felsefesini ileriye en çok taşıyan, Kant’ın anladığı anlamda geleceğin felsefesini en çok gerçekleştiren filozof olarak görmüştür. Ancak her görüngüye karşılık gelen bir de içsel gerçeklik bulunmaktadır. Bu bağlamda iç deneyimimiz bize şeylerin bu içsel doğasına yönelik belli görüler sunma yetisi taşımalıdır

    Schopenhauer’a göre bu içsel doğa istençtir; bir ağacın büyümesinden insan davranışlarının doğasına kadar tüm doğal süreçler istencin değişik ölçülerdeki dışavurumlarıdır. Dolayısıyla, iç deneyim aracılığıyla, kişinin kendi bedeninde var olan içsel istenç gerçekliğinden yola çıkarak var olan her şeyin doğasına hükmeden kendinde şeyi, yani istenci dolaysız bir biçimde bilmesi olanaklıdır. Hem bir nesne olarak hem de bir istenç olarak yaşamakta olduğumuz bedenimiz, istencimizin nesnelleşmesinden başka bir şey olmayan bedensel deneyimimiz, bize evrendeki her şeyin özünü istencin oluşturduğunu, doğadaki bütün varlıkların evrensel bir istencin nesnelleşmesi olduğunu bildirmektedir. Canlı ya da cansız bütün kendilikler istencin değişik biçimlerde ve derecelerde nesnelleşmiş görünümleridir. Bu anlamda evrenin en son anlamdaki gerçekliği olan bu istencin yok olup gitmesi söz konusu değildir; yok olup gider gibi görünen bütün varlıklar bir başka istenç görünümü altında varlıklarını sürdürmektedirler. Bu söylenenlerden de çıkarsanabileceği gibi, evrende değişik türden varlıklar değişik ölçülerde istenç taşımakta, istençlerini değişik yollarla açığa vurmaktadırlar. Schopenhauer, görünürdeki bu istenç farklılıklarını Platon’un İdealar Kuramı’na giderek açıklama yoluna gitmiştir. Ona göre İdealar, görüngüler dünyasındaki değişik türden nesnelerin evrensel ilk örnekleri olarak bir istenç sıradüzeni meydana getirmektedirler. Ne var ki bu sıradüzenin her günkü deneyimlerde çoğunlukla göz ardı edildiğine dikkat çeken Schopenhauer, insanların daha çok tikeller ve onların pratikte taşıdıkları değerlere odaklanmayı yeğledikleri saptamasında bulunmuştur.

    Schopenhauer’un, Platonculuğu kendi felsefesine doğal türler açıklamasıyla soktuğu görülmektedir. Bütün görüngüsel kendilikler aynı istencin dışavurumları olmalarına karşın bunların değişik türler altında çeşitli kılıklara girdiği görülmektedir. İşte bu durumu Schopenhauer, Platon’un İdealar ya da Formlar öğretisini yeniden canlandırmak yoluyla açıklamıştır. Bu çerçevede Platon’un İdeaları, görüngüler dünyasındaki gelip geçici tikellerin bengisel ilk örnekleri olarak, bir biçimde istenç dünyasıyla tasarım dünyasını birbirine bağlayan bir köprü görevi görmektedirler. Her bir tikel belli bir İdeayı açığa vurmaktadır.

    Nitekim Schopenhauer’un gözünde estetik deneyim, tikellerdeki tümel İdeaların tanınabildiği bir bağlamdır; kendisine ancak böyle bir bağlamdan bakılan nesne insana güzel olarak görünmektedir. Schopenhauer’a göre estetik deneyim, istenç girdabında oradan oraya savrulan ama bir türlü boğulmayan insanın ana istirahatgahıdır.

    Estetik deneyimde alınan hazza bağlı olarak bireyliğin, dolayısıyla ben’in anlamı da değişmekte, istençsiz bir bilince, dolayısıyla da tümele giderek daha bir yaklaşılmaktadır. Bu noktada Schopenhauer için tümelleri ya da Platoncu Formlar işin içine karıştırmaksızın saltık gerçekliği, tüm gerçekliğin altında yatan istencin asıl doğasını dolay(ım)sız bir biçimde deneyimlememizi sağlayan sanatın en arı biçimi müzik, öteki sanatlarla karşılaştırıldığında bu durumun en iyi yaşanabileceği alandır. İstenç sonlu istekleri doğuran en temel metafizik ilke olduğundan, insanların bütün yaşamları istemeyle, dolayısıyla da yaşanan mücadelelerle, çatışkılarla, doyumsuzluklarla ve düş kırıklıklarıyla geçip gitmektedir. İstenç bu anlamda bütünüyle bizi biz yapan olsa da çektiğimiz bütün acıların da ana kaynağıdır. Bireyler arasında yaşanan çatışkıları ürettiği gibi, kah istediğimizin önemli bir şey olduğuna bizi öyle ya da böyle inandırarak, kah durmadan yeni arzular doğurarak sonunda canımızın yanacağı kötü eylemlerde bulunmamıza ne den olmaktadır. Acı çekmeye yol açtığı gibi acıdan kaçınmaya yönelik bütün çabalara da taş koymaktadır. İşte istencin insanın başına ördüğü bütün bu sorunlar karşısında,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1