Beruflich Dokumente
Kultur Dokumente
Eskiden kanlı devrimler vardı, zalimdiler, kan ve acı yüklüydüler. Biz onların hikâyeleriyle
büyüdük. Şimdilerde insanlık insafa geldi, kanlı devrimler bir kenara bırakıldı, çizgi film
tadında rengârenk devrimler dönemi başladı.
Her şeyi üreten ve özü “istikrarlı süreklilik olan kapitalizm” sonunda bunu da başardı.
Baş düşmanı devrimi de kendi bildiği gibi yeniden üretti. Ama bir farkla, kendi isteğine
göre, çizgi film animasyonlarını andırırcasına, sosyal geyiklerin uzantısı olarak patlatılan
devrimler şeklinde üretti.
Tam da (son bir kaç yıldır süren küresel ekonomik krizin de etkisiyle) Disneyland
Production dükkanı kapattı diyecekken Akdeniz'in yasemin kokulu kıyılarının ateşi hem de
zemherinin ortasında yükselmeye başladı.
Önce Tunus'ta 23 yıllık diktatör ceketini aldı gitti, Lübnan’da hükümet krizi çıktı, ardından
da Mısır kaynamaya başladı. Bunlar yetmedi sıraya Ürdün, Cezayir, Yemen girdi. Listeye
giremeyen şimdilik Sudan, o da daha 15 gün önce bölündüğü için kendi derdinde.
Herkesi despotik Arap ülkelerine demokrasi geliyor heyecanı sardı. Ama görünen o ki, ne
Tunus'un, Ürdün’ün, Yemen’in, Cezayir’in ne de Mısır'ın durumu göründüğü gibi değil.
Sırf yukarıdaki son cümleye baktığımızda bile çok net bir resim görebiliriz.
Hemen hepimizin bu olanları ABD karşıtı bir halk hareketi olarak düşünmesi en
mantıklısıdır. Buna ek olarak bu olanların içerisinde Rusya ve İran parmağını görmemek
de mümkün değildir. Çünkü yıllardır gündemimizde, hepimizin diline pelesenk olmuş bir
Büyük Ortadoğu Projesi var. Hatta bu daha sonra genişletildi, haritası değiştirilecek ülke
sayısı 22’ye çıkarılırken Kuzey Afrika ülkelerinin tamamı listeye dahil edildi. Bir de İran’ın
kendine pay biçen açıklamalarını görünce benim de bu işin içinde İran parmağını
arayasım geliyor. Diğer yandan Lübnan’daki krizi çıkaran Hizbullah’ın İran’ın
demirbaşında kayıtlı en önemli örgüt olması bu kanıyı daha da güçlendiriyor. Ayrıca Hariri
Ailesi’nin ise ABD demirbaşına kayıtlı olması resmi (şimdilik) tamamlıyor.
Bu kadar ayan beyan görünen bir gerçek nedense bana pek gerçekçi gelmiyor. Birkaç
gerekçem var.
1
Birincisi, İran gerçekten içinde olduğu ve uluslar arası hukukta kendini tamamen suçlu
duruma düşürecek bir karışmada bulunmuşsa neden durduk yere suçunu ifşa etsin ki?
İsrail’in bahane diye kıvrandığı bir dönemde İran’ın kendini bu şekilde ateşe atması akla
ziyan bir hareket olmaz mı?
Anadolu’da bir söz vardır: “Karnına girmek” diye. İran kendi eliyle olmasa da bu
gelişmelerin ABD’nin kendi karşısındaki konumunu zayıflattığını düşünerekten göbek
atmaktadır. Hele de bir milyon kişilik protesto yürüyüşü Humeyni’nin İran’a dönüşünün yıl
dönümüne denk gelince durumdan kendine vazife çıkarmak işine gelmiştir. Haksız
sayılmaz da, ABD’nin imajının oldukça zedelendiği bir günde hem de kendi milli gününe
denk gelen bu günde “Bakın ne kadar da güçlü bir ülkeyim, bana dokunmayı aklınızdan
bile geçirmeyin” diyerek dünya kamuoyuna da güçlü bir mesaj verilmektedir. Bu, büyük
olunmasa da büyük düşünmenin ürünü bir davranış ve takdire şayan bir ferasettir.
Sonuç olarak İran, kendisini bölgenin bölgesel gücü daha doğrusu horozu olarak
göstermeyi istemekte haklıdır. Hem bu açıklama ile kendi kamuoyuna güven telkin
etmekte hem de komşu ülkelerine “Dostunuzu iyi seçin, kimin büyük olduğunu bakın da
görün” demektedir.
İkincisi, bu devrimler halk düşmanlığı ve batıya oyuncaklığı çok iyi bilinen liderlere karşı
iken neden yüz binlerce göstericiden bir tanesi bile bu protestolar sırasında ABD ya da
İsrail’e tek kelime laf etmiyor1. Mesela ben bizim Beyazıt Meydanı’nda ve kendi okul
bahçemde şahit olduğum onlarca korsan gösteride “Kahrolsun Faşizm, Komünizm,
Feodalite, …” gibi beylik sloganların devamında hemen duruma göre ABD’nin, Rusya’nın
veya İsrail’in kahredildiğine hep şahit oldum. Bu üçlüyü ıskalayan bir miting ve korsan
gösteri hatırlamıyorum desem yalan olmaz.
En ufak bir şeyde İsrail ve ABD’nin hedefe oturtulduğu bir psikoza mahkum olmuş
Müslüman toplumların, bu kadar güçlü olduğu bir halk ayaklanması sırasında İsrail ve
ABD’yi adam akıllı ağzına almaması, onlara karşı fiili bir davranış içine girmemiş olması
bu hareketlerin kontrolünün neresi olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.
1
Bu konuda Yazar Kenan Çamurcu; “Madem bu gösteriler ABD’nin adamına karşı
düzenleniyor, neden o zaman bir Allahın kulu Filistin’in hayat damarı olan Refah Kapısı
önüne gelmez. Neden modern Berlin Duvarı diyebileceğimiz ve Filistin’i tecrit eden bu
duvar hala yıkılmaz?” diye sormaktadır. Sonuçta bu duvar, Mübarek’in ABD ve İsrail
aşkının abidevi simgesi değil midir? Gerçekten de içinde Hizbullah’ın ve Müslüman
Kardeşlerin olduğu iddia edilen milyonluk gösterilerin şimdiye kadar böyle bir yöneliminin
olmaması dikkate değerdir.
2
Karşı karşıya olduğumuz şey eşyanın tabiatı gereği ortaya çıkan sistemik bir birikimin
boşalmaya başlamasıdır. İnsan biyolojisinin sırtındaki yükü kaldırma kapasitesi bellidir.
Kapasite aşıldığı zaman en aciz insanın bile yapacağı tek şey vardır; “Her neye mal olursa
olsun sırtındaki yükü atmak”. Görünen o ki artık tükenme noktasına gelmiş olan Ham’ın
çocukları insanlığın onurunun tadına bir anlık da olsa varmak istiyorlar. Fakat
bahsettiğimiz bu birikimin nasıl boşalacağına dair sağlıklı ve kontrollü bir senaryonun
olmadığını da görmekteyiz. İnsanlar şu an için bu yükü sırtlarından atmaya konsantre
olmuş vaziyetteler. Gerisi mi? Tüm İslam Alemi’nde olduğu gibi: Allah büyüktür…
Bu çıkışların hepsi bu tarz liderler devrini kapatacak gibi görünüyor. Aslında bu kapanışın
küresel krizin iyice sefalete sürüklediği insanlığın insanlık onuruna yeniden kavuşmak
arzusuyla da büyük ilgisi var. Derin sosyoloji gerektirdiği için bu çöküş ve çıkışı -varsa-
İbn-i Haldun’un talebelerine bırakıyoruz.
Ara sonuç olarak bu değişim dalgasının İran ya da Rusya ile bir ilgisinin olmadığını
söylemek mümkündür. Ancak ABD’nin ve İsrail’in Mübarek’i destekler açıklamaları,
alışıldık şekliyle söylersek demokrasiden yana tavır koymamaları bu hareketlerin ABD’ye
karşı yapıldığı imajını yaratmaktadır. Fakat işin aslı, İran açıklamasında olduğu gibi
burada da öyle değildir kanaatini taşıyorum.
Aksi durumda zaten Hürmüz Boğazı’nda bir kontrolü olmadığı için İran petrolünü
yeterince kontrol edemeyen ABD’nin Kızıldeniz’i de riske etmesi mümkün müdür? Bu
ihtimale şans veren analistlerin diplomasını yırtıp atması gerekir. Şunu hepimizin bir
kenara yazması gerekir; ABD, bölgedeki diktatörlerinden vazgeçiyor bizimle 1950’den
başlattığı nikâhsız kuma dönemine giriyor. Bu bakımdan kim gelirse gelsin ABD ile iş
tutmak zorundadır.
Bu arada Yemen de karıştı. Oranın da diktatörü 32 yıldır iktidarda. Onunla doğan çocuklar
şimdi devlet yönetecek yaştalar. Haliyle aynı sistemik birikim orada da vardır. Fakat
Yemen’de farklı olaylar da söz konusu. Hatırlayalım, Yemen bu olaylardan önce ülke
sınırlarının içine yapılan teröristlere yönelik ABD ve Suudi Arabistan askeri operasyonları
ile de gündemdeydi.
Kızıldeniz’in çıkışını tutan bir ülke olarak Yemen, ABD’nin Irak’tan çekilirken yerleşmeyi
planladığı, bu yönde ciddi adımlar attığı oldukça stratejik bir ülke. Ülkenin jeostratejik
konumu buraya konuşlanacak askeri birliklere; özellikle nükleer taktik silahlar ve bize
yerleştirilecek olan Füze Kalkanı benzeri savunma sistemleri aracılığıyla Asya, Avrupa ve
Afrika’da oldukça geniş bir coğrafyayı kontrol etme imkânı vermektedir.
3
Türkiye’yi jeostratejik açıdan dünyanın en önemli ülkesi ilan etme gevezeliğini sevdiğimiz
için bu gibi detaylar her zaman gözümüzden kaçar. Ancak İran, Rusya, Çin, Sudan,
Türkiye gibi ülkelerin çıkar alanlarını ve bu çıkarlar için yürütülen çekişmeyi gözümüzün
önüne getirdiğimizde Yemen’in ne kadar stratejik bir ülke olduğu ortaya çıkar. Bunun
yanında Yemen, ABD için Rusya ve İran kaynaklı birçok tehditten kısmen de olsa arınmış
güvenli bir liman. Ayrıca Sovyetlerin çökmesinden bu yana Somali ve Sudan etrafında
gelişen bir takım olayları göz önüne alırsak gerek Mısır gerekse Yemen’deki olayların
anlamı biraz daha değişir.
Son yıllarda Çin’in Afrika’yı bir ekonomik havza ilan ettiğini ve bu bölgede başta enerji
üretimi olmak üzere pek çok alanda hatırı sayılır yatırımlar yaptığını görmekteyiz. Adını
bile birçoğumuzun bilmediği sıradan ülkelerin Çinli yöneticiler ve Çin Devlet Başkanı
tarafından defalarca ziyaret edildiğini, bu ülkelere hatırı sayılır hibe ve kredi yardımlarının
yapıldığın hatta bazı borçların silindiğini görmekteyiz. Velhasıl Afrika, Çin için dünyadaki
her ülkeye göre daha önemli bakir bir coğrafya. Hatta Çinlilerin “Avrupa sömürdü biz
ise Afrika’yı yeniden imar ediyor, zenginleştiriyoruz” yaklaşımıyla dünyaya caka
sattığını da görmekteyiz.
Afganistan’a ve Irak’a bile Çin’i durdurmak maksadıyla girmiş olan bir ABD’nin şimdilerin
soft power geleceğin hard power düşmanı Çin’in hamlelerini görmezden gelmesi
mümkün değildir. Bu bölgedeki olayların bir özel sebebe bağlanması gerekiyorsa ilk önce
Çin’in durdurulması diye adlandırabileceğimiz yeni ve karışık bir stratejiye bağlanması
gerekmektedir. Çünkü sonuçtan yola çıkarsak özellikle Mısır’daki değişim; ekonomik
adımlar, askeri hedefler ve nitelikler açısından en çok da Çin’in bölgedeki çıkarlarını
etkileyecektir.
Afrika, Çin için geliştirilebildiği zaman çok önemli bir pazar. Asıl önemli olan taraf ise
enerjide Rusya hinterlandına önemli bir bağımlılığı olan Çin, yumurtaların hepsini aynı
sepete koymak istemiyor. Bu yüzden Çin’in bölgedeki yatırımlarının büyük kısmının enerji
üretimi alanında olduğunu görmekteyiz.
Sudan’ın Bölünmesi
Sudan’ın bölünmesinin uzun vadede bir diğer etkisi de Sudan – Mısır arasında savaş
sebebi sayılan Nil Nehri’nin statüsü ile ilgilidir. Ayrıca bu statü değişikliğinin Fırat ve Dicle
Nehirleri için emsal teşkil edecek olması bölgedeki değişikliklerin bizi düşündüğümüzden
daha fazla etkilediğini göstermektedir.
Çin henüz bir açıklama yapmadı, sessiz. Ne gibi bir karşı atak gelecek bilmiyoruz,
muhtemelen de dünyanın atölyesi olma vasfını koruyabilmek için olayı görmezden
gelecektir. Ama Çin’i izlemekte fayda var.
Herkesin merak ettiği bölgedeki değişimi kimin niye istediği ve kimin bölgeyi
karıştırdığıdır. Bu soruya dört dörtlük bir cevap hiçbir zaman bulunamayacaktır. Ancak
henüz olayların gidişatı tam kestirilemezken olaylara ilk ve en diri müdahale Türkiye’den
geldi.
4
Türkiye, Ortadoğu’nun Ağabey Ülkesi mi?
Partisini, kabinesini ve kendisini eleştirenleri nerdeyse terörist ilan eden Sayın Başbakan
yaptığı açıklamada Mısır halkının beklentilerini önemsediğini söyledi. Ardından Sayın
Davutoğlu da benzer açıklamalar yaptı. En sonunda Sayın Cumhurbaşkanı yaptığı “Sayın
Mübarek bu işi artık bir takvime bağlamalı” açıklamasıyla Mısır’daki olaylara Türkiye’yi
resmen taraf ettiler. Türkiye açıkça Mübarek’e görevi bırak diyor.
Mısır ise “Türkiye kendine baksın, bu işe burnunu sokmasın” şeklinde sert bir
cevapla karşılık verdi. Fakat ağız dalaşına dönüşen bu atışmada en son Sayın Başbakan,
“Ortadoğu halkları tabii ki bizi ilgilendiriyor, gittiğimizde bize soruyorlar” mealinde,
hissettiği sorumluluğu öne çıkaran bir açıklama yaptı.
Son sözler içerik olarak çok manidardır aslında. Çünkü bir ülkenin başbakanının doğrudan
sorumlu olduğu insanlar kendi halkıdır. Ancak kendi halkının sorumluluğuna eş br
sorumlulukla hareket ediyor görüntüsü veren bu açıklamalar Türkiye’nin kendine
komşularıyla ilgili olarak farklı bir rol biçtiğine işaret etmektedir. Bir ülke vatandaşı
derdini sıkıntısını ancak kendi yöneticilerine anlatır, onlardan yardım diler. Yöneticiler de
ancak kendi vatandaşlarının sorumluluğunu taşırlar.
Yöneticilerimizin bu açıklamalarının yeni dış politika stilimizi ifade etmek için kullanılan
proaktif dış politikanın öncülleriyle birebir örtüştüğünü, kendi içinde bir tutarlılık
gösterdiğini görmekteyiz. Bu yüzden bu politikanın kendi insicamı doğrultusunda
Türkiye’nin hassasiyetinin alkışlanması gerekir.
Fakat zaman içinde Türkiye’nin bu tavrının dış dünyadan bağımsız olmadığını göreceğiz.
Sebebine gelince; derinlik sarhoşluğu yüzünden son birkaç yıldır yalpalayan, önüne çıkan
her duvara toslayan dış politikamızın kendine özgülük sorunudur. Sayın Başbakanın
realist temposuna ayak uyduramayan bir idealizmin savunucusu olan Sayın Davutoğlu
çok şey yapmak istiyor ama rakiplerin karşı hamlelerini hesaplamakta büyük bir acemilik
çekiyor.
Bugün bir imparatorluk rüyasıyla sermest bir şekilde diplomasi koridorlarını arşınlarken
Avrupa’nın Roma’dan beri “mare nostrum/bizim deniz” dediği Akdeniz’de kendi
limanlarımızdan başka kaç limanımız kaldı?
Girne ve Magosa limanlarına bile sahip çıkamayan bir Türkiye’nin Kızıldeniz hakkında söz
söylemesi abesle iştigalden başka nedir?
Bugün AB’nin müzakereye açtığı “Çevre” başlığı kapsamında Fırat ve Dicle’nin bile
statüsünü koruyamayacak2 olan Türkiye’nin Nil’in yeniden taksim edileceği masada ne işi
olabilir?
Türkiye’nin şu an ki çıkışı kendi gerçekliğinden oldukça uzaktır. Çünkü her şeyden önce –
hangi sebeple olursa olsun- kendine muhalefetini ortaya koyan gösteriler için acımasız
yöntemler kullanan bir ülkenin başka bir ülkenin halkının sokak eylemlerini kutsaması
2
Bu konudaki tartışmalar için http://www.stratejikboyut.com/haber/turkiyenin-su-politikalari-ve-onundeki-
engeller--29308.html ve http://www.birincikuvvet.com/Halil_Dag/465/Suyu_bulandirmak.html yazılarına
bakılabilir.
5
tutarlı değildir. Velev ki buradaki haksız olsun öteki haklı olsun, yine de ikisini farklı
kefeye koymak hükümetin takdirinde değildir.
Bu dünyanın her yerinde birkaç istisna hariç böyledir. ABD susarken Türkiye’nin ABD’den
beklenen çıkışı yapması ise başta dediğimiz gibi yeni gelecek yönetimi bir ABD antipatisi
ile donatmamak içindir. Ayrıca İsrail salvolarından beri Arap sokaklarının da Sayın
Başbakan’a önemli bir sempatisi vardır. Sayın Başbakan’ın bu çıkışları yeni gelecek
yönetimin meşruiyetini güçlendirmektedir.
Öz ifadesi ile şu an Türkiye’nin yaptığı farkında olarak ya da olmayarak yaptığı şey; yarın
bir şekilde ABD yönetimi ile halvet olacak müstakbel iktidarın Arap Dünyası’na şimdiden
takdim edilmesinden başka bir şey değildir.
Sonuç;
ABD, sevilmeyen kumasını çöpe atarken beline kuşağı bizim bağladığımız yeni adaylarla
yoluna devam edecektir. Fakat kriz yönetiminde başarı gösteremeyen ABD’nin kaoslarla
kriz yönetme teknikleri zaman içinde başına büyük çoraplar örebilir.
Bu yüzden Türk idaresi gerçek bir feraseti gösterebilirse Arap sokaklarının ateşi
Türkiye’ye kısa vadede Misak-ı Milli’nin uzun vadede ise daha geniş coğrafyaların kapısını
açabilir.
Cesur bir şekilde BM Konseyi Daimi üyelerini bölgedeki olaylara aktif bir şekilde müdahil
olmaya davet etmektir. Mübarek ve benzerlerinin derhal görevi bırakması istenerek
denetimi BM’ce yapılacak geçici yönetimler kurulmalı ve 6 ay içinde seçimlere gidilmesi
karara bağlanmalıdır. Türkiye bunu başarabilirse, gerçekçi bir seçimle gelen yönetimler
de halklarına gerçek bir bağımsızlık getirirken Türkiye’nin itibarına da her daim selam
dururlar.
Diğer yandan bu isyanlar bize BOP’un sandığımızdan daha kompleks bir çalışma olduğunu
gösterecektir. Bize uzun vadedeki en önemli etkilerinden birisi ise Nil Nehri ve Nil Su
Havzası’nın paylaşımından hareketle Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinden olacaktır…